Yutmi

Derelere Kıymayın Efendiler…

Temmuz 11 2012

Bugün Kaçkar’ın eteklerinde, 2240mt’de yeralan Kavrun (Kavron) yaylasına gidiyoruz. Kavrun, Rize’nin en büyük yaylasıymış. Yol, şimdiye kadar gittiklerimiz içinde en bozuk olanı. Ama en azından Avusor kadar korkunç değil. Ya da ben yayla yollarına alıştım artık. Taşlı yollarda aracımız hoplaya zıplaya ilerliyor. Araba zıpladıkça biz şarkı türkü söyleyip işi eğlenceye çeviriyoruz. Ahan da bir tanesi da sizun için da… 🙂 

Nesrin’im, kıvırcığım; yollarda kulaklarını çınlatıp durdum. Ah dedim şimdi Kıvırcığım da burada olaydi, taşlarini bu yollarda kirip, kumlarini salaydi… Taş maş, yollarda da bir tirafik var ki sormayun da. Sankim Kizulay’a gideyular. Ama yolda bir manzara var… Sanki başka yerde yok 🙂 Amma komik oldu şimdi bu… Karadeniz’in her yanı manzara… Hava o kadar güzel ve güneşli ki, biz turistler için her zaman bu görüntüyü yakalamak pek mümkün olmasa gerek. Sis bir indi mi, bul bulabilirsen bu manzarayı. İyisi mi ben sis inmeden göstereyim size bu güzellikleri 🙂

   

Bu yayla pek bir popüler, pek bir turistikmiş meğer. Ben giderken yolların halini görünce kim gelir ki buralara diyordum ama meğer geleni gideni bolmuş. Hatta biz oraya varmak üzereyken bir tur aracı yeni geri dönüş yoluna koyuluyordu. Biz oraya vardığımız da saat on buçuktu. Anlaşın biz biraz fazla ekabiriz baksanıza biz daha giderken millet dönüşe geçiyor 🙂

Hava öyle güzel ki. Güneş yaylanın ve çevresini saran dağların tüm renklerini ortaya çıkartıyor. Aracımız bir Kahvehanenin yanında duruyor. Kavrun Köyü’nde bir kaç “CAFE ” bir kaç “pansiyon” var. Yanda fotoğraflarını gördüğünüz bizim konakladığımız… Kaçkar Kahvehanesinde biraz soluklanıp -eeee o yollarda zıp zıp zıplamak, arabada bile olsa yoruyor adamı- yürüyüşe geçtik.

Dere kenarından karşımızda görünen “Karataş” tepelerine doğru yürüyorduk. Bu sefer sert tırmanışlar yoktu. Hafif eğimli bir arazide yürüyorduk. Hepimiz gölü görmek için sabırsızlanıyorduk. Ama göle gidemeyeceğimizi henüz bilmiyorduk 🙂 Meğerse göl oldukça uzaktaymış. Yine de göle gidemediğimize o kadar çok üzülmedim. Çünkü etrafımızdaki manzara o kadar güzeldi ki… Renk renk çiçeklerle süslü bir yayala, şırıl şırıl akan bir dere, karşımızda, sağımızda ve solumuzda dağlar… Üstelik hava da açık ve güneş, bize tüm bu güzellikleri renkli bir şekilde görmemiz için izin veriyor. Daha ne olsun. Çünkü burada bir sis indi mi her yer gri beyaza boyanıveriyor. Yağmur yağdı mı (benim başıma gelmedi ama gelenler anlatıyor) donuna kadar ıslatıyormuş adamı…


   

Ekrem Abi göle gidersek çok gecikeceğimizi söylediği için göle gitmekten vazgeçiyoruz. Sanırım Ekrem Abi, ekip, treking ekibi olmadığı için de bazı şeyleri göze alamıyor. Doğru ekip treking ekibi değildi ve tempo zaman zaman düşüyordu ama ben yine de herşeye rağmen iyi bir ekip olduğumuzu düşünüyorum. Bir kere aramızda -ben de dahil- fotoğraf çeken bir kaç arkadaşımız vardı. Ve bizler fotoğraf çekerken, arkadan daha ağır tempoda gelenler gelip bizi yakalıyorlar, böyle olunca da yürüyüş bir şekilde dengeleniyordu.

Her neyse gölü göremedik belki ama gördüğümüz manzara muhteşemdi. Bunun için gökyüzüne, bulutlara ve güneşe tek tek teşekkür ediyorum.

Tüm bu güzellikler macerasız olmaz tabii. Bir de küçük maceramız var 🙂 Bu güzellikler içinde herkesin bir anısı olsun diye zaman zaman gruptakilerin fotoğraflarını çekiyordum. Brunhilt’de Fransa’dan bize katılan bir arkadaş… Bir kayanın üzerine oturup soluklandığı bir ara arkada Karataş tepeleri ve bulutlarla öyle güzel görünüyordu ki fotoğrafını çekmek için eğildim. Doğru açıyı ve ışığı bulmak için uğraşırken Brunhilt bir den “inek geliyor” diye olabildiğince sakin olmaya çalışan bir sesle beni uyardı. Bir de arkamı döndüm ki ne göreyim, ineğin ya da öküzün biri -:) walla o an biraz heyecanlanmış olmalıyım ki onu ayırt edemedim- bana doğru emin adımlarla yaklaşıyordu. Aramızda 1-2 mt ya kalmış ya kalmamıştı. Gayri ihtiyari ayağa kalktım. Böylece uzaklaşacağını düşündüm. Ama öküz kardaş için pek bir şey farketmedi anlaşılan ki o bize doğru gelmeye devam etti. Bunun üzerine Brunhilt’de ayağa kalktı ve öküz yerine biz öküzden uzaklaşmaya karar verdik. Ama bizim öküz kararlı. Adımlarını hızlandırarak arkamızdan gelmeye devam ediyor. En yakınımızdakilerin yanına gittik. Daha çok olursak korkutacağız güya. Ama öküzcüğün korktuğu filan yok. Biz hızlandıkça o da hızlanıyor. İşin komiği önüne kattığı bir insan sürüsü 🙂 Şu an bu satırları yazarken bile gözümün önüne gelen manzara karşısında dudak kaslarıma hakim olamıyorum :). Daha da komiği, biz öküz kardeşten kayalık bölgeye kaçarak kurtulduktan sonra az ileride ki açıklık alanda Erol Abi’nin çevresini saran buzağacıklardı. Kimi çantasını karıştırıyor, kimi elini yüzünü yalıyordu 🙂 Eh biz şeher çocuğuyaz alışık değilez böyle inee, öküze neyin 🙂

Avusor’dan sonra geçirdiğim en güzel gün, gördüğüm en güzel yaylaydı. Dönmek zamanı gelmişti. Erol Abi’nin, benim ve Fransız’ların hiç dönesimiz yoktu ama… Aracımıza bindik ve aşağıya doğru ilerlemeye başladık. Daha az bir yol almıştık ki sis indi ve gelirken gördüğümüz tüm renkler kayboldu. Daha önce de söylediğim gibi uzaklardaki renkler artık yalnız gri beyazdı… Son gün “Çifte Kemerköprüsü” ile ” Mençuna  ” şelalesine gittik. Ben orada derede yürüdüm. Dere o kadar soğuktu ki sanırım sol ayak parmaklarımdan biri felç oldu, yada olacak. Çünkü geldiğimden beri bir acayiplik var 🙂 Her sabah sol ayağımdaki -sanırım orta parmak- karıncalanmış olarak uyanıyorum ve bu tüm gün boyunca azalarak devam ediyor. Ertesi sabah yine aynı şey. Ama bana Karadeniz’i hatırlattığı için hoşuma gidiyor 🙂

 

Bunlar da son bir kaç fotoğraf.

   

Karadeniz yeşili ile olduğu kadar dereleri ile de çok zengin. An geçmiyor ki bir yerden bir su şırıltısı duymayalım, bir dere akıntısı görmeyelim… Ama ne yazık ki bu güzellikler yavaş yavaş elden gidiyor. Karadeniz’i bu kadar anlatıp, HES’lerden bahsetmeden geçmek, benim için de Karadeniz için de büyük ayıp olur… Halen Karadeniz’de 250 civarında devam eden HES projesi görünüyor. Ve  Doğu Karadeniz’de 600, tüm ülkemizde ise 2000 civarında planlanan HES projesi var… Bu konu tek başına, ayrı bir bölümde ele alınması gereken bir konu. Üstelik bu konu hakkında yazılan çok şey var. Yeter ki görebilelim, duyabilelim. Birsen Tezer’in dizleri çınladı kulaklarımda;

İki göz yeter,görmeyi bilsen,

Gönül seslenir bir duyabilsen…

Artık Karadeniz gezisinin sonuna geldik. Hem bu yaylada hem de Avusor’de bazı arkadaşlarımın kulaklarını çınlattım. Ayça’cım olsa buralara ne güzel kamp artardı dedim… 🙂 Ben hiç çadır kampı yapmadım ve çok isterim böyle bir yerde çadırda kalmak… Ama önce Ayça bana çadır kampçılığını öğretecek 🙂 Ayça pek internet kullanmadığı için bu yazdıklarımı göremeyecek ama nasılsa ilk buluşmamızda satır satır bana her şeyi anlattıracağı ve  benden buraların fotoğraflarını göstermemi isteyeceği için hiç bir şeyi kaçırmayacak 🙂

Sonra Füsun’cuğumun kulaklarını çınlattım. Alücum öyle çok aklıma ve yüreğime düştü ki… Füsun, benim gönüldaşım. Aynı duyguda gülüp ağlayabildiğim insan sayısı azdır. Füsun o nadir insanlardan biridir. Ve geçen senelerde o da bizim arkadaşlarla Karadeniz gezisine gitmişti. Ben o geziye katılamamıştım. O nedenle burada duygulandığım her güzellik karşısında Füsun geldi aklıma, kulaklarını çınlattım güzel arkadaşımın… Karadeniz’in duygusunu Füsun’la yaşamak eminim muhteşem olurdu.

Karadeniz günlerimiz sona ermişti. Dönüş zamanı gelmişti. Son gece Serpil’in aklına bir fikir geldi ve gece geç saat kadar oturup, meşhur Çeşmi Siyah’ı bakın ne hale getirdik 🙂

 

İşte gidiyoruz Karadeniz’den,

İşte gidiyoruz Çamlıhemşin’den,

Ardımızda Kaçkar’lar sıralansa da

Sermayem dağlardır hey dost,

Servetim sular,

Fırtına ardımda dura kalsa da

* * *

Karadeniz bana ne yaptı bilmiyorum ama Çamlıhemşin’den Trabzon havaalanına dönerken, -yaklaşık 3 saat- güneş gözlüğü takmış bir yağmur bulutuna benziyordum. Araçta, önde, Yunus’un yanında oturuyordum.Yunus anlamış ki “ağlama abla be yine gelrsun” dedi. Gitmez miyim… Bundan sonra her fırsatta Karadeniz’e gideceğim, o kesin… Ama beni buluta çeviren o değildi. Neydi bilmiyorum. Sanki Karadeniz’in dağlarında yaylalarında dolaşan o dumanda bir şeyler gizliydi. Üstelik öyle çok yaşanmışlık, öyle çok duygu, öyle çok sır gizliydi ki… Sanki ben o dağlarda yaylalarda dolaşırken o duygular bana geçti.. Benim duygularımı, sırlarımı da o dumanlar aldı. Hafiflememin sebebi buysa, gözümden ip gibi akan yaşın da sebebi bu olmalı…

 

“Derelere Kıymayın Efendiler…” için 11 Yorum

  1. Servet Diyor ki:

    Başakcığım, bu sabah da gönlümüzü şenlendirdin.
    Çok emek verdin bu güzellikleri en ince ayrıntısıyla bizlere aktarabilmek için. Sana ne kadar teşekkür etsek azdır. Bir süre dinlen, “kendine yaz”, kendini ödüllendir. Çoktan hakettin.
    Sevgilerimle

  2. Zehra Diyor ki:

    Başakçım yaaa, çok duygusal ve romantik bir yazı olmuş… Ayrılırken yaşadığın hüznü ben bile hissettim içimde… Manzaralar inanılmaz güzel; baş döndürücü… Başlarınızdaki o renkli aksesuarı çok beğendim, oraya özgü bir şey sanırım… Peşinize takılan öküzcüğün size yaşattığı macera da çok hoş.. Hiç de çekinmemiş arkadaş bakıyorum, yutmoğrafı kapmamış neyse ki 🙂 Benzeri bir şey de benim başıma Varanasi’de gelmişti, bu vesileyle onu da yad ediyim :p gece o daracık sokaklarda, hem önümüzü görmeye hem de mayınlara basmamaya dikkat ederek yürüken, bir şeye sinirlenen bir öküz/boğa gördük. Sanırım önümüzdeki başka bir adama sinirlenmişti ama tam da karşısına biz çıkınca hıncını bizden mi almak istedi ne.. O dar sokaklarda kaçmanın kolay olmadığını bilirsin 😉 kenardan kenardan geçebilir miyiz acaba derken, bunun iyi bi fikir olmadığını anlayıp, arkamızı dönüp resmen koşmaya başladık, o kocaman hayvan da bizim peşimizden! Yan sokaklara dağıldık ..Baktık, ciddi ciddi peşimizden geliyor! En sonunda polislerin gözettiği bir bölgenin sınırına geldik..Sanırım oradan öteye geçemiyorduk, Varanasi’deki Altın Tapınak’ın çevresini kollayan polislerdi sanırım…ve polise açıklama yapmak zorunda kaldık arkamızda kocaman bir öküz/boğa var diye…Neyse ki bunların dilinden anlayan Hint polisi hayvanın kalçasına zararsız bi şaplak indirdi de, hayvancağız başka bir yöne doğru seğirtmeye devam etti, biz de kendi yolumuza 😀 Sizin Karadeniz’de karşılaştığınız çok şeker bişeye benziyo 🙂 yavruları ise tam sıkmalık!
    Umarım Karadeniz bu güzelliğini hiç yitirmez…Gidemesek de bize orayı yaşattın; eline sağlık Başakçım.. 😉

  3. mehtap yıldız Diyor ki:

    Sevgili Başak,

    Yutmoğrafi’nin Karadeniz anılarını başından beri izliyorum. Seni ve senin Karadeniz’ini görme ve tanıma fırsatı buldum kaleminden dökülenlerden… Sonunu bekledim iki satır da olsa karalamak için. Özgür kız diye tanımladığım halini yazılarında da buldum, bazı duyguların bana uzak gelse de, anlamaya çalıştım yayla ellerindeki Başak’ı…

    Yeşilin, sisin, neşenin ve hüznün harmanlandığı o cennetten zor ayrılan bir tek sen olmadın, sen önde bulutlanırken ben arkada indiriyordum yaşları… Aradan 15 günden fazla zaman geçmiş, ben hala o yeşilin içindeyim. Fotoğraflar önümde, Fatih Reyhan’ın “Gitma” sı dilimde, günde bir kaç kez bırakıyorum kendimi masalsı karadenizin büyülü kucağına…

    Yaylalar bir deli sevda ki tutulmaya gör… Çeker içine içine bağlar kendine. Benim de sözüm var, her bir yaylaya, buluta, sise, yeşile, börtüye böceğe… Yılda bir de olsa bu aşkı tazelemeye…

    Yüreğine, emeğine sağlık, öpüyorum güzel yanaklarından:-)

  4. nazım Diyor ki:

    eline ve yutmografına sağlık başak…

  5. aysun Diyor ki:

    Başakcım müzikler eşliğinde yazını okudum. Fotoğraflara daldım. Şu Karadeniz hiç gitmedim ama çok hüzünlü bir yer diye düşündüm. Eline, gönlüne, ruhuna sağlık arkadaşım bu güzellikleri ve hüznü bize de ulaştırdığın için.

  6. ibrahim şepitci Diyor ki:

    Gezdiğin ve gördüğün için senin adına çok mutluyum, bütün bu yaşadıklarını görsel ve duygusal olarak bizimle paylaştığın ve bize hissettirdiğin içinde ayrıca mutluyum. Allah tekrarına erdirsin diye dua ediyorum, sen herşeyin en güzeline layıksın çünkü 🙂 Teşekkürler.

  7. Mehmet Yüksektepe Diyor ki:

    Derelerimi, balıklarımı, ağaçlarımı bütün karadenizimi mahvettiler heslerle. Arık arılar bile ölüyor Karadenizde enerji elde etmenin yüz türlü yolu varken doğayı katlederek yapmak niye.

  8. Erol Büyükyazıcı Diyor ki:

    Sevgili Başak
    Karadeniz yazıların güzel olmuş eline sağlık eksik olma.
    Karadeniz’in coğrafyasını görünce insanların mücadeleci yapısı anlaşılıyor. Kolay değil hem o güzelliğin hem de zorlukların içinde yaşamak… Gitsen gidemezsin ama yaşamak da kolay değil. Sanki bir yeşilliğin içine düşmüşsün. Alis harikalar diyarındaki tavşan misali ucu sonu yok yeşilliğin. Derelerin, yaylaların,kuş yuvası gibi evlerin. Aniden basan sis sanki kalkınca bizi bambaşka bir dünyaya götürüyor sağına soluna bakıyorsun ben aynı yerde miyim diyorsun. Hem seviniyorsun kaybolmadığına hem de aklın sisin gizeminde kalıyor.
    Ben de o sisin içinde olup bütün Karadeniz’i dolaşsam kimse farketmeden sularına yapraklarına sürtünerek sessizce… Sonra o deli gibi derelerinde yuvarlak taş olup kimi yerde yuvarlansam kimi yerde takılıp kalsam. Sonra yaylanın birinde sevimli buzalar gelip elini yüzünü yalayıp seni bu rüyadan uyandırır, o diyarlardan gideceğini söylerler. Sende Karadeniz’i ne aklından ne rüyalarından çıkaramadan yollara düşersin.

  9. can TEZAL (tıytıl) Diyor ki:

    güzel yürekler güzel bakar.

  10. Füsun Diyor ki:

    Alü’cüm;

    “Sırlarimu söyledum, dağlara dumalara
    Ben yazarken ağladum, sen okurken ağlama…” demiştin Karadeniz serisinin en başında.

    Ne mümkün! Böyle güzel anlatım ve fotolar sonucu oluşan duygu seli karşısında insanın gözlerinin dolmaması ne mümkün!

    Seninle gurur duyuyorum. O güzel yüreğine, kalemine, Güliz’in deyimiyle Yutmi’ne çok ama çok teşekkürler..

    gizli fanatiğin:)

    Gizli fanatiğin

  11. basak Diyor ki:

    Alü!cüm, gizli fanatiğim, gönüldaşım benim 🙂

    Bir de oralarda birlikte olaydık o zaman görürdün sen duygu selini 🙂

Yorum Yazın