Yutmi

Çatısız, kapısız bir ev…

Kapısız, çatısız bir evde yaşamaktan, çiti, duvarı olmayan bir bahçeye bakmaktan yorgun düşmüştü. Sıcak bir haziran günü, evin bahçeye inen merdivenlerinin ikinci basamağına oturmuş, başını avuçlarının arasına almış, bahçede, uzun zamandır meyve vermeyen şeftali ağacının kırık dalına bakıyordu.

Birkaç yakın dostunun haricinde kimse bilmezdi tek başına bu çatısız, kapısız evde neden yaşadığını. Tek katlı küçük, şirin bir evdi. Çatısını ve kapısını eve ilk geldiği gün söküp atmıştı. Soranlara da “kapı çok gereksiz, çatı da yıldızları görmemi engelliyor” demişti. Kimse akıl sır erdirememişti bu işe. Nasıl oluyordu da kardan yağmurdan etkilenmiyor, yabani hayvanların saldırısına uğramıyordu… Oysa doğa, hiçbir zaman insanlardan daha fazla zarar vermemişti bu küçük eve ve bahçesine… Tam tersi çoğu zaman ona yardım eder, çiçeklerini sular, güneşiyle meyvelerini olgunlaştırır, yalnızken sıkılmasın diye gönderdiği hayvanlarıyla ona arkadaşlık ederdi…

 

Bahçesi evden daha genişti. Kendince bir düzeni vardı. Arka tarafta sebze, ön tarafta çiçek yetiştirirdi. Sebzelerden en çok buğday, kabak, patlıcan ve kuru soğanı severdi. Çiçekleri ise rengarenk, çeşit çeşitti. Keçi patikası gibi yürüme yolları yapmıştı bahçede. Oldum olası gösterişi sevmezdi… En çok sevdiği çiçekleri, kardelenlerdi. Onlar için, bahçenin sol üst köşesinde çok özel bir yer yapmıştı. Onlarla paylaşacağı o kısacık zamanı en güzel şekilde değerlendirebilmek için kışın sonlarına gelip, karlar erimeye başlayınca hemen çadırını kapıp kardelenlerin olduğu yere kamp kurardı. Ve bir sabah uyandığında ilk kardeleni gördüğünde sevinç çığlıkları atarak bahçedeki keçi patikasında bir keçi gibi sıçraya sıçraya gezerdi. Yoldan geçen var mı diye bakar, birini görürse hemen seslenir, kardelenlerini gösterirdi. Bazen üzülürdü kardelenlerine aldırış etmeyenlere ama, sonra onların gözlerinin görmediğini düşünür, bu sefer de onlar için üzülürdü…

 

En çok sevdiği ağaçsa ön bahçenin tam ortasında duran şeftali ağacıydı. Başka bir kaç meyve ağacı daha vardı, elma, kiraz erik… Ama o en çok şeftali ağacını severdi. Bu ağaç O’na hep çocukluğunda okuduğu “Bir Şeftali Bin Şeftali” adlı hikaye kitabını hatırlatırdı. Onu çok sevdiği bir arkadaşıyla birlikte dikmişlerdi. O ağaç kuruyacak diye ödü kopardı. Hep şairin o sözü gelirdi aklına “ama arkadaşlık ağaca benzer, kurudu mu yeşermez artık.” Şeftali ağacını, arkadaşlığı ile öyle çok özdeşleştirirdi ki, onun için de şeftali ağacına diğer ağaçlardan çok daha özen gösterirdi. Şimdi de bu çok sevdiği ağacın dalı, dikkatsizce kurulan bir salıncak yüzünden kırılmıştı…

 

Çok gelen geçen olurdu evin önünden. Çoğu, etrafında ne olduğunun farkına varmadan yürüdüğü ve kendilerini engelleyen ne bir çit, ne de bir duvar olmadığı için öylece dalarlardı bahçeye. Dikkatsiz ve özensizce yürüdükleri için ezerek geçip giderlerdi çiçeklerini… O ise hemen koşar, çiçeklerine bakar, kurtarabilecekse kurtarır, kurtaramayacaksa yerine yenilerini dikerdi. Bu onu üzerdi üzmesine ama O yine de bahçeyi sınırlar içine almamakta kararlıydı.

 

Bazen evine gelen konuklarıyla sabahlara kadar sohbet eder, bazen de birlikte yattıkları yerden gökyüzünü seyrederlerdi. O zaman daha bir güzel parlardı yıldızlar ve daha bir lezzetli gelirdi şarapla ekmeğin tadı… En çok da sözcüklersiz anlaştığı insanları özlerdi. Çünkü bir tek onlar geldiği zaman bulutların üzerinde uyuma imkanı bulurdu. O insanlar çok konuşmazlardı ama gözleriyle çok şey anlatırlardı ona. Gözlerindeki sıcaklık içine yayılır, tıpkı bir uçan balon gibi onu çatısız evinden uçurup bulutların üzerine taşırdı. Ertesi gün insanlara bulutların üzerinde uyuduğunu söyleyince kimse O’na inanmazdı. O da “Korkarım siz hiç perilerin balonlarını görmediniz” diye azarlardı onları.

 

İşte bunun için çiti, kapıyı sevmiyor ve inatla da yapmıyordu. Varsın arada bir de zarar görsündü bahçesi. Az da olsa zaman zaman böyle güzel insanlarla nasıl karşılaşırdı kendini duvarlar ardına saklarsa… Yine de son zamanlarda böyle dikkatsizce bahçeye dalanların sayısı artmıştı. Ne olurdu sanki biraz daha dikkatli, özenli olabilselerdi. Çoğu insan onun özenle yaptığı keçi patikalarını görmezdi bile. Görenlerin bir kısmı da dalga geçerdi, biz keçi miyiz ki bu patikadan yürüyelim diye.

 

Düzenli spor yapmasına rağmen, eskisi kadar çevik ve güçlü değildi artık. Eskiden olsa biri çiçeğine mi bastı, ağacın dalını mı kırdı, hemen koşar toprağını çapalar, suyunu verir, “merak etmeyin, geçecek, iyileşeceksiniz” diyerek onlarla konuşurdu. Bahçedeki tüm bitkiler de ona inanır, kısa sürede kendilerini toparlarlardı. Yaptığı yolculuklardan getirdiği tohumlarla, fidanlarla doluydu evin içi. Eğer çiçekler kurtarılamayacak kadar zarar görmüşse sessizce ağlayarak onları gömer, koşup evden yeni tohumlar getirerek onları dikerdi.

 

Bahçeye çöpünü atan da olurdu zaman zaman. Onları toplarken söylenirdi. Kendi evlerinin bahçeleri olsa böyle mi yaparlardı acaba? Söylenirken aklına diğer evlerin bahçeleri gelirdi. Demir parmaklıklarla çevrilmiş, özel koruma tutulmuş o güzelim bahçeler… Çok zenginse bekçi, değilse köpek… Ama hiç bir şeyi olmasa da bir tahta çitle çevrilmiş bahçeler… Kapı desen en dayanıklısından, sonra kilitler takılmış üzerine bilyalı, üç-beş göbekli… “Kilit, insanın utancı demektir her şeyden önce. İnsanoğlunun nereye ulaştığının göstergesi demektir. İnsanların birbirlerine duyduğu güvensizliğin elle tutulur halidir kilit. Birbirlerine duydukları saygının derecesidir…” Böyle demiyor muydu Hasan Ali’nin yaşlı Çam’ı? Oysa artık alarm bile taktıran varmış evine, hırsız girdiğinde korkup kaçsın ya da yakalansın diye.

 

Ama O, bunlar olmadan yaşamak istemişti hep. Kapısız, çatısız, çitsiz, duvarsız, kilitsiz… İstemişti ki kimse çekinmeden gelsin onun evine, bahçesinde gezinsin, çiçeklerine baksın, onları koklasın, ağaç altında soluklansın, serinlesin… Oysa hiç düşünememişti bahçenin, evin göreceği zararı… Ya da düşünmüştü de bilememişti bu kadar büyük olacağını… Bugün ise şu bahçenin haline bir bakın. Sebzelerden birer ısırık alınıp oraya buraya atılmış. Güzelim menekşelerin üzerinden sanki tanklar geçmiş. Kardelenler? Neyse ki insan oğlu ehli keyif, kışın soğuğunda pek çıkmaz dışarı. Zaten onların başında kamp kuruyor kim ne yapabilir ki kardelenlerine. Hem yaz gelmişti, kardelenler bir dahaki bahara kadar görünmezlerdi artık ortalıkta. Kardelenler O’nun gücünün simgesiydi. Onlara bir şey olsa O da yaşayamazdı artık. Ne olurdu şimdi yanında olsalar, ona biraz güç verselerdi. Nasıl ihtiyacı vardı buna… En azından onlar güvendeydi. Bunu bilmek bile iyi geliyordu ona. Ama mis kokulu nergisleri, yalnızca koklanmak için koparılmışlardı dalından. Kendi bahçesine götürüp dikmek için köküyle sökenler de vardı yerinden biliyor musunuz?

 

Çok yorulmuştu. İşin kötüsü topladığı tohumlar ve fidanlar da gittikçe azalıyordu. Evin kapısı olmadığı için, evdeki tohumları ve fidanları bilenler, o uyurken gelip aşırıyorlardı bir iki. Bunun da farkındaydı ama olsun diyordu, mutlaka bitki sever biri almıştır almışsa, yoksa kim, niye alsın ki tohumlarımı? Benim zaten yeterince çiçeğim var, biraz da onların olsun, biraz da onlar mutlu olsunlar… Böyle diye diye sonu gelmişti biriktirdiklerinin de… Kendi çiçeklerinin tohumlarını toplamayı denedi bir süre, ama onları da korumayı beceremediği için, daha tohuma durmadan, gelen geçenin postalları altında kalıp ölüyordu çoğu.

 

Sıcak bir haziran günü, evin bahçeye inen merdivenlerinin ikinci basamağına oturmuş, başını avuçlarının arasına almış, bahçeye, artık meyve vermeyen şeftali ağacının kırık dallarına bakıyordu. Birden gözü bahçenin sol üst köşesine kaydı… Gözlerine inanamıyordu, nasıl olurdu, hem de haziran ayında… Birden gözleri yaşlarla doldu. Ama bu sefer akan sevinç gözyaşlarıydı…

B.Ç. / Haziran  2011

Yorum Yazın