Yutmi

Bir sergiyi gezmek

Aralık 25 2015

Eğer bir sergi gezecek vaktiniz yoksa bu yazıya hiç başlamayın 🙂 Ama eğer varsa, buyurun…

Nurgök arkadaşım, bizim “ Calvino’nun Gölgesinde Foto-Roman Atölyesi” nin sergisini gezmiş. Hem de nasıl gezmek… Ben kendi adıma hiç bir sergiyi bu biçimde gezmediğimi itiraf etmeliyim. Nurgök, sergiyi gezmeden önce kitabı okumuş. Yetmemiş, tüm fotoğrafları tek tek irdeleyip, onlarla ilgili düşüncelerini kaleme almış. Bu yazı işte bu sergiyi “gerçekten ” :)) gezmek isteyip de gezemeyenler için… Nurgök’ün affına sığınarak, sergi ve sergi izlenimlerini öne aldım. Ama Nurgök’ün sergi ve kitap ilişkisi ile ilgili değerlendirmelerini de yazının sonunda bulabilirsiniz.

Nurgök’e bu sergi için gösterdiği özen ve verdiği emek için teşekkür ediyor, sizi sergi ve Nurgök’le başbaşa bırakıyorum;

Ben” sergilenen eserleri görmek için sabırsızlanıyorum. Çünkü katılımcılar arasında bir arkadaşım var; bu sergiden haberliyim çoktan. Düşünmeye başladım bile. Kafama şimdiden bir sürü soru üşüştü.

Italo Calvino’nun kitabının adı: Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu…” Yolcu olmak ne demek? Daha kitabın başlığını okurken bile, romanla ilgili ilk ipucunu yakalamak mümkün. Yolcuyuz; çünkü yerimizden edildik. Yolcuyuz; çünkü bu dünyada sürekli bir seyahat halindeyiz. Yolcuyuz; çünkü hareket etmek gerek. Her gün bir yerlere, bir insana, bir şehre konuyor, bir yerlerden göçüyoruz; ya sürgün edildiğimiz için ya da ilk fırsatta firar ettiğimizden. Bu söz anlatıyor; hiçbir durumun garantisi yok.

Böyle bakıldığında, fotoğrafçı da bir yolcu ve yolculuğun ta kendisi fotoğraf çekmek ( yapmak)

Sergiyi gezmeden önce, aklımda oluşan ilk beklenti, kitapla, sergi arasındaki paralelliğin biçimi ve niteliği. Aklımdaki sorular ise:

Acaba, kitapta sergilenen anti- otoriter tavır sergiye de yansıyacak mı? Fotoğrafçı ve fotoğrafa bakan yer değiştirmiş mi ? Ya da bildiğimiz, alışık olduğumuz konumlardan sıyrılacak mıyız? Sergiyi gezerken “Ben” de, fotoğrafçı gibi mi olacağım? Fotoğrafçılar, ne kadar dikkate almışlar fotoğraflarına bakanların aklından geçecekleri?

Calvino’nun on anlatı biçimini ele aldığı kitaptaki on bölüm gibi, fotoğrafçılık geçmişinde ( tarihinde) bu anlatı biçimlerine denk gelen üslupları, teknikleri, anlayışları görecek miyim? Fotoğrafçılar, bunu dikkate almışlar mı? Dikkate almışlarsa, neler yapmışlar? Eleştirel mi bakışları? Peki ne diyorlar ?

Aklımdaki bu sorularla, bir Pazartesi günü öğleden sonra Ka Atölyeye gittim. Sergiyi gezmeye başladım. Bir yandan da notlar aldım. Sergide on bir atölye katılımcısının birbirinden ilginç, birbirinden farklı on bir çalışması yer alıyor. Bu yazıyı yazım aşamasında her biriyle teker teker görüşerek fikirlerini de aldığımı belirtmek isterim. Salona girer girmez sağıma döndüğümde ilk karşılaştığım çalışma hakkındaki izlenimlerimi aktararak başlayayım.

Kapıdan içeri girip sağa döndüğümde Seda Usubütün’ün çalışmasıyla karşılaşıyorum.

İki tane yer küre yuvarlağı, 23 derece 27 saniyelik eğimiyle yörünge çubuğuna oturtulmuş. Önünde durdukları duvardaki panoda, dünya yuvarlağına benzer bir kabartma var. Kürelerin durduğu masanın üstünde bir not- şiir var. Şiir, kitabın üçüncü bölümünü – İçe Dönük Olmaya Karşılık Dışa Dönük Olmayı ve “Sarp Yamaçtan Sarkarken” adını taşıyan öyküyü anımsatıyor. Kürelerin yanında duran notta ise şöyle yazıyor.

Başım dönüyor ( “dünya ile birlikte ben de dönüyorum; ya da başımda bir dünya var, dönen o…”diye düşünüyorum) Çekildiğim yer i çerisi / Özlem doluyum /H iç gelmeyecek olana / Dışarısı camın ardında / İzliyorum yalnızca / Değmiyorum / Çatlak y oğunlaşıyor / S ızan ışık / Bırakıyorum kendimi 2015

Bu şiir- not, Seda Usubütün’ün zihninde romanla ilgili oluşan düşüncelerin özet bir ifadesi. Yani, fotoğrafla ve iki küre gibi, şiir de, Seda Usubütün’e ait.

Her iki yer kürenin üzerinde, parça parça, ancak bir araya gelmiş ve bir çerçeve oluşturmuş fotoğraflar. Pencereler, gölgeler, görüntüler. Ayrı ayrı hayatlar. İkinci küredeki görüntülerde daha çok pencereler seçiliyor. Onlar da, sanki bir pencere etrafında birleşmiş; tek bir çerçeveye bakıyorum bulunduğum yerden. Yaklaşırsam detayları, farklı pencereleri, farklı perdeleri, faklı gölgeleri, farklı insanları seçiyorum. Farklı öyküler görüyorum yaklaşınca. İçe dönünce birer birer hikayeleri algılıyorum. Uzaklaşınca ve dışarıdan bakınca tek bir çerçeve görüyorum. Dönüp dolaşıp aynı kapıya çıkan biricik insan hikayeleri. Hele de iyice uzaklaşınca, evrende bir dünya. Uzaktan belirsiz, donuk, mat. Yakından bakmak lazım. Bazen çok uzak, bazen de fazla yakınız görmek için.

*  *  *

Daha sonra karşılaştığım çalışma ve fotoğraflar, Meltem Çolak’a ait. Üzerinde:

Hiç kimseye aynada kendimize göründüğümüz gibi görünemeyiz. Çünkü aynadaki imge bir başkasına bakmayan, bir başkasının bakışını öngörmek ve yanıtlamak durumunda olmayan bir insanın imgesidir.” Mihail Bahtin yazılı olan bir not duruyor masanın.

Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” kitabındaki 7. Öykü olan, “ Birbiriyle Kesişen Çizgiler Ağında” adlı öyküden esinlenilmiş.

İlk baktığım fotoğrafta aynada kendine bakan bir kız. Kız sonsuz görüntüsüne bakıyor. Görüntüler; sonsuz kere kendi görüntüsüne bakan kızın görüntüsüyle devam ediyor. Aslında aynadaki görüntüsüne bakan kızın görüntüsüne bakan görüntüler, sonsuz kere devam ederek gidiyor. Belki de bu yüzden, aslında gerçekten hiç göremeyiz kendimizi. Gördüğümüz “ben”i ya parça parça görürüz, bir çok görüntünün üst üste binmesinin etkisiyle; ya da gördüğümüz “ben” çoktan –zaten parçalara ayrılmıştır.

İlk fotoğrafın hemen solunda, yani panonun sol başında, üç fotoğraf var. İkisi üstte, yan yana, üçüncüsü bu iki fotoğrafın altında, ortada. Fotoğrafların üçü de yatay, dikdörtgen.

Sol baştaki ilk fotoğrafta, bir bina ve bina pencerelerinin üzerine düşen bir ağaç gölgesi. Pencere çerçevesi, yukarıdan aşağı çubuklarla dört parçaya bölünmüş.

Yanındaki, sağda duran fotoğrafta, pancur ya da jaluzi çubuklarına benzer bir şeyin gölgesi. Bir perdenin önünde bir kadın, netsiz ve hareketli.

Alttaki son fotoğrafta, jaluzinin arkasında, netsiz, hareketli bir insan gölgesi.

Bir görüntünün üstüne düşen “ben” başka bir görüntüdeki “ben” ile birleşip başka bir “ben” oluşturabilir. Ve “ben” bütün bu “ben” lerin toplamına bakarım dışarıdan belki de.

Karşılıklı iki duvarın ortasından, tavandan aşağı; tepeden bir ipe bağlanmış şekilde sarkan 40 ;yani 20 çift farklı insana ait göz. Sağ ve sol gözler, bir yüz düşünüldüğünde olması gereken yerdeler, sağda ve solda. Hep birlikte aşağı doğru ipin ucunda sarkarken tek bir göz imgesi oluşturuyorlar.

Sergiyi gezen “ben”e bakıyorlar. “Ben” de onlara.

Karşı duvarda, yani, aynadaki görüntüsüne bakan kızın görüntüsüne bakan kızın fotoğrafının tam karşısında, bir çatlaktan öteki tarafı, yani bu tarafı gözetleyen bir gözün fotoğrafı var. Kadrajın izin verdiği boşluktan ( aralıktan) kıza bakıyor. “Bana” bakıyor aslında. “Ben” onu nasıl görüyorsam, o da beni aynı şekilde görüyor. “Ben” kadrajdaki aralığın izin verdiği formdayım ya da izin verdiği kadarım.

Meraklı, çekingen, mesafeli kocaman siyah bir sağ göz. “Ben” ve o, birbirimizi aynı aralıktan görüyoruz. Acaba o “ ben” mi, ya da “ben” o mu?

*   *   *

Karşı duvarın üstündeki panonun solunda, Gül Altınbay ismini görüyorum.

Duvarda, kitabın “Sarp Yamaçtan Sarkarken” adlı öyküsünden bir alıntı: ( sf.72)

Bu nesnenin bana bir mesaj olduğunu ve bunu çözmem gerektiğini anladım: Çıpa, bir yerde takılıp tutunup kalmam, yere basmam bu yüzer gezer ve su yüzeyinde kalma durumumdan kurtulmam konusunda bir çağrı olabilirdi. Dört çengelli diş, dipteki kayalara sürtünerek yıpranmış dört kol bana paralanmadan acı çekmeden hiçbir kararın alınamayacağını hatırlatıyordu. Bir an için düşünmem, içerideki karanlığa sonda indirerek yoklamam gerekiyordu. Bir çıpa arayışı içine girmiş olmam bana firarın, belki değişimin, hatta yeniden doğuşun yolunu işaret ediyordu.”

Yan yana altı fotoğraf. Birinci fotoğraf: Yatay, dikdörtgen. Denizin karayla buluştuğu bir koya, -göl de olabilir pekala- benzeyen, fazla derin olmayan, sığ bir su. Kıyı çünkü burası. Kadrajın solunda, kıyıda bir sandal. Sandalın yarısı parçalanmış. Geride dağlar ve kara girintisi. Dağların tepesinde bir deniz feneri. Sağda kıyıya yakın, suyun içindeki taşların üzerinden sağa doğru yürüyen bir adam. Karaya doğru. Kıyıya çıkmış bir insan.

Artık bir çıpa bulmalı. Yolculuktan, fırtınalardan yorgun düştün. Sandalın da harap oldu. Bir çıpa bul, sandalını sahile sabitle. Karaya çık, dinlen. Oralı ol. Sandalını onarman mı gerekiyor? Sonra!..

İkinci fotoğraf, dikey, dikdörtgen. Bir çıpa görüyorum; kıyıya dişlerini geçirmiş bir çıpa; uzun bir yolculuktan, dinmeyecek gibi gelen fırtınadan sonra kıyıya vurmuş biri gibi. Derin derin nefes alışını duyabiliyorum. Dipteki kayalara sürtünerek yıpranmış kolları. Üzerinde kim bilir hangi denizlerden kalanların tortuları. Temizlemek zor görünüyor. Gerilere doğru, sahil kıvrılarak uzanıyor.

Hemen yanındaki üçüncü fotoğraf da dikey, dikdörtgen. İkinci fotoğrafın geniş açıdan çekilmiş bir benzeri. Bu fotoğrafta, önde, suyun içinde kayalar var önde ve arkalarda. Kıyıya vuran minik dalgaları daha detaylı görebiliyorum. Dördüncü fotoğraf, yine dikey ve dikdörtgen. Gerilerde, üstte bir tepe, üzerinde bir deniz feneri. Tepe, bir kadın memesine benziyor. Deniz feneri de kadının meme ucu gibi. Sola doğru devam ediyor tepenin kıvrımı; kadının karnına doğru inen gövdesini andırıyor. Kadrajın ortasından altına doğru kıvrılan sahil ve kayalar altta. Suyun üstünde güneşin son ışıkları. İşte akşam olmak üzere. Sulara güneşin veda ederken bu güne, son ışıkları. Hava kararınca deniz feneri yol gösterecek gelecek gemilere. Beşinci fotoğraf da, yine dikey kadraj içinde; denize inen toprak yol görünüyor. Karadan denize inen bir yol var; her an çıkılabilecek yani yolculuklar için sahile inen. Ya da tam tersi yönden, kıyıdan uzaklaşmak isteyenleri, karanın daha da içlerine taşıyacak. Kadrajın üstünde gökyüzü ve deniz kenarında kayalıklar. Son fotoğrafta, gökyüzü, deniz ve kıyıdaki toprağın üstündeki yeşil otlar, dikey kadrajı üçe ayırmış. Ufuk çizgisinde belli belirsiz dağlar görünüyor. Yukarı ortaya doğru bir yelkenli; süslenmiş, yepyeni yelkeniyle hazır mı açılmaya derin ve fırtınalı denizlere?

*   *   *

Salonda karşılıklı iki duvarda asılı çalışmalara bakmayı bitirdim. Şimdi sola dönüp karşıya geçiyorum. Şöminenin yanı başında duran masanın üstünde karşılaştığım isim Zeynep Şişman.

Sonunu Bekleyen Öykü adını taşıyan büyük, üzerinde durduğu masayı kaplayan beyaz bir kitap. Kitabın adı, sağ alt köşede, sarı harflerle görünüyor. “Italo Calvino’nun “Oracıkta Sonunu Bekleyen Öykü Hangisi?” bölümünden esinlenerek” notunu görüyorum sol kenarda, masanın üstünde. Calvino’nun kitabı da notun yanı başında duruyor. Kitabın ilk sayfasını açarak okumaya başlıyorum öykünün fotoğraf diline çevrilmiş halini. Bakalım bu çeviriyi anlayabilecek miyim?

Kitabın her sayfası bir fotoğrafa ayrılmış. Her bir fotoğraf, sayfanın ortasında ve önemli bir kısmını kaplayacak büyüklükte. Kitabı fotoğraf dilinde okuyoruz. Eğer okumakta güçlük çekerseniz, ya da bu dili yeni yeni öğrenmeye başladıysanız diye, bildiğimiz dilde notlar düşülmüş her sayfaya. Fotoğrafların hepsi siyah beyaz.

İlk sayfada birinci fotoğraf. Gökdelenler, yüksek binalar. Sıkışık, yan yana. Notta: “Dünya öylesine karmaşık, dolaşık ve fazla yüklü ki…” diye yazıyor.

2.Sayfadaki fotoğrafta yüksek bir binanın bir cephesi, daha yakın plan. Pencereler, perdeler, klimalar. Bunaldığımı hissediyorum. “ Biraz aydınlık bakabilmek için seyreltmek gerekiyor, seyreltmek” diyor notta. Bu bana ironik geliyor. Bu kadarı yetmez.

Birinci ve ikinci fotoğraf bağlantısı bir kitaba başladığımız duygusunu pekiştiriyor. Ya da bir filmin açılış sahnesi gibi. Geniş açıdan yavaş yavaş daralarak detaya, öyküye dalıyorum.

3.sayfadaki fotoğrafta bir şehirde bir meydan, yaya geçiş çizgileri solda, sağda ve altta dönerek üçgen oluşturmuş. Yaya geçiş çizgilerinde hareket halinde insanlar; hızlılar.

Dönüp dolaşıp geldiğimiz yer, hep aynı mı? Burası mı? Ve nereye gidersek gidelim, herkesin geçtiği yer burası mı ?“ Beni çevreleyen dünyadan geriye s adece yabancıların oluşturduğu bir kalabalıklar kalıyorsa” diyor not. Herkes yabancıysa, hepimiz aynıyız o zaman.

4.fotoğrafta silinmeye başlayan netsiz fotoğrafta üç kişi. Sanki rüzgar esiyor da siliyor kumdaki görüntüyü. “En iyisi insanları da toptan silmek; o zaman kafa yoracak kimse kalmıyor” diyor bu sayfadaki not. Herkes herkesi silince, “ben”e ne olur?

5.sayfanın fotoğrafında bir yolun ikiye ayırdığı ve rüzgarın savurduğu otlar ya da ekinlerin yer aldığı geniş bir tarla. Görüntü siliniyor. Her şeyi silerken bunların silinmesi de kaçınılmaz. Zaten “ yok etmek hoşuma gidiyor. Hazır başlamışken tüm binaları, klinikleri, cezaevlerini de siliyorum.” diyor not. Klinik sözü dikkatimi çekiyor. Klinikler; tedavi mi, ıslah mı ediliriz oralarda? Cezaevi sözcüğünü anımsıyorum. Cezaevleri, cezalandırıldığımız yerler. Yani hepsi aynı yer “ben”ce; aynı kapıdan girilir buralara.

6. sayfada hızla dönen bir ağaç. Biz dönüyoruz da ondan. Ya da siliniyor o da. Not onaylıyor düşüncemi. “ İyi geliyor. Yolları, nehirleri, gölleri, denizleri, ağaçları da siliyorum.” Ağaçları silmesek olmaz mı diye geçiriyorum içimden. Bir sürgün halinde, gittiğimiz yere götüremeyeceğimiz tek şey, ağaçlar; geriye dönüp bakınca canımızı acıtan, anımsadığımız zaman en çok acıtan. Tamam, onları da silelim o zaman.

7.sayfada bozkır gibi çorak bir düzlük. Hafif silik tepeler. Görüntüden son kalanlar. “ Göz alabildiğine tek bir duvar yok.” Yani “engel” yok diye düşünüyorum. Çünkü bina engel, çünkü insan engel. “ Ben” neden silmek ister? Anılar yüktür, görüntüler acıtır bazen. “Göz alabildiğine tek bir duvar yok, sadece dümdüz ve tek buz grisi kaya gibi sert bir zemin” diyor notta.

Silince renk de gider. Silince kıvrımlar da gider. Kaya gibi sert olursun.

8.sayfadaki fotoğrafta bulutlar, yerden kalkan sis, soğuk kara toprak. Sanki yangından çıkmış gibi.

Zeminden yalayarak geçen rüzgar yok olmuş dünyadan kalan son görüntüleri savuruyor.”

9.sayfadaki fotoğraf netsiz. Neredeyse boş. Kadrajın üstünde bir leke; altta da yine leke gibi zemin ve kadrajın ortasında bir karaltı; adaya benziyor. Her şey silindi, sığınacak bir bu ada kaldı. Belki de bu kalan ada da değil. “Ben”den arta kalan.

Zaman kavramını çoktan yitirdim. Her şeyin var olmayı sonlandırdığı andan beri ne kadar zaman geçti?” diye yazıyor notta.

10.sayfadaki son fotoğrafta, fotoğrafa bakanla, okuyucuya seslenişi görüyorum. “ Sen de durumun kötüye gittiğini fark ettin. Artık hiçlik her şeyden güçlü ve tüm yeryüzünü kapladı.”

Fotoğrafta bir kuyunun dibinden, gökyüzüne bakıyoruz. Dipteyiz, sondayız. Tükendik. O halde değişim vakti. O halde yeniden başlama vakti geldi. Gökyüzündeki bulutlar ürkütmüyor; hava açık. Kuyunun ağzında toprağın üstünde yeşeren otları, çiçekler, dikkatimi çekiyor. Dışarı çıkabilecek miyim?

Zeminde yarıkların, gediklerin açıldığını görüyorum. Bana sesleniyorlar. Bekliyorum.” diye yanıtlıyor not. Firar etme zamanı. 

*   *   *

Ben de firar ediyorum. Arkamı dönünce, karşımdaki duvarda, hemen sol tarafta, Gülay Önerci adıyla karşılaşıyorum.

Duvarda yedi fotoğraf görüyorum, sadece biri siyah beyaz diğerleri renkli. “Sarp Yamaçtan Sarkarken” adını taşıyan öyküden bir alıntı gözüme çarpıyor. “ Firar etmek, belki değişimi hatta yeniden doğuşu ifade eder gibi.” Sf.74

Firar etmek, ruhun kopuşu ama y er yüzünden ırakta yaşanabilecek bir hayat başlangıcı değil.” Firar, başka hayatlara yolculuk demek. Yoksa hayatı sona erdirmek değil. Yenilenmek, yıkanmak demek. Belki de yeniden doğmak için firar etmek gerek. Başka bir çare kalmadığı için, bazen “ben” gönüllü ve seve seve firar etmeli.”

İlk fotoğrafta, dikey, dikdörtgen kadraj içinde, eski bir evin, pis, camları kırık siyah çerçeveli penceresine bakıyorum. Pencerenin çerçevesi, kadrajı ikiye bölüyor aşağıdan yukarıya doğru.Sol tarafta üçe ayrılmış pencerenin camı çerçeve tahtalarıyla. Pencerenin sağdaki kanadı açık. Taş ya da başka bir cisimle vurularak kırılmış gibi. Yara almış, sahipleri terk etmiş.

İkinci fotoğraf hemen yanında duruyor, dikdörtgen, yatay kadrajda, ilk fotoğrafın detayını görüyorum. Taş ya da sert bir cisimle kırılmış bir cam, açılan deliğin çevresinde kırık devam ediyor. Bir cam bile bu kadar estetik bir şekilde kırılırsa, ya insan nasıl kırılır diye düşünüyorum. Fotoğrafta, arkada binalar. Pencere, yangından çıkmış gibi, kenarları siyah.

Panoda, bu iki fotoğrafın altında duran üçüncü fotoğraf, yatay, dikdörtgen kadraj içinde, pencereden dışarı bakan “ben’i” görüyorum. Ya da balkondan. Balkon ya da pencere demirlerinin arasından, dışarıda, pencere önünden, -soldan sağa doğru- geçen bir siyah kediyi görüyorum. Sağ üstte sütuna benzer bir taş var.

Yanındaki fotoğrafta yaşlı bir kadın görüyorum; yaşlı bir komşu. Dikey dikdörtgen bir kadraj. Komşular yaşlanmış; ya da yalnızca yaşlılar kalmış. Ya da hayat yaşlanmış buralarda. Kadın evin önünde oturuyor. Sol elini ileri doğru uzatmış, avucunu yukarı doğru açmış.

Diğer bir fotoğrafta eski, yıpranmış ve terk edilmiş gibi görünen bir evin açık kapısı ve içerideki merdivenler görünüyor. Evin mavi duvarları, bir zamanlar yaşayanların eskilerde kalan ince zevkini anlatıyor. Kapı açık. İçeri girilebilir. Dışarı da çıkılabilir. Firar etmeli o halde.

Altıncı fotoğraf, hemen onun yanında asılı panoda. Dikey dikdörtgen kadraj. Tam ortada, yukarıdan aşağı doğru, bir geminin ya da bir sandalın arkasında, denizin üstünde bıraktığı iz kadrajı ikiye bölüyor Denizi de yarıyor bu iz. İnce çizgi etrafındaki köpükler, bir balık iskeletine ya da bir tüye benziyor. Firar ederken, iz de bırakır arkasında, insan. Son fotoğraf siyah beyaz ve kadraj yatay. Altta ağaçlar, karla kaplı bir yol, kadrajın üstünde yatay olarak uzanan çitler. Firar ettim. Ancak firar etmek de sürgün olmak demek.

Yanındaki siyah beyaz son fotoğrafta karlı bir yol ve üstte yol kenarında teller ve çit var. Firar edince, hava soğuk. Firar edince çıkan engeller var; onları da aşmak gerek. Belki çit boyunca gitmek. Çitler, “ben”i başka bir hayata götürecektir.

*   *   *

Gülay Önerci’ye komşu olan katılımcı ise Elif Koca.

Boş Bir Mezarın Çevresinde” öyküsünden yola çıkan Elif Koca’nın, 6 siyah beyaz, bir renkli fotoğrafını görüyorum duvarda.

İlk fotoğrafta, yatay ve dikdörtgen kadraj içinde duvarda çeşitli şekiller. Duvarın sıvaları dökülmüş. Sağdan kadrajın içine doğru sanki başlarını uzatmış balon resimleri. Çocuklar çizmiş gibi bunları. Duvar üstünde yazılar da var. Arapça, İbranice gibi harfler. Ya da çocukların yazıları bunlar da. Sağ üst köşeden başlayıp kadrajı verev kesen aralıklı altı çizgi kadrajın solunda alta kesiliyor.

İkinci fotoğraf, yatay, dikdörtgen. Yakın plandan görünen bir mezar taşı, yuvarlak, eski, üzerinde yazılar var. Tarihi olarak değerli bir mezar taşına benziyor.

Üçüncü fotoğraf, hemen altta. Salıncakta sallanan dört çocuk. Daha doğrusu ikisi sallanıyor, diğer ikisi de onların yanındalar. Dalton Kardeşler gibi üstlerinde yatay siyah çizgili bluzlar var.

Dördüncü fotoğraf da yatay ve dikdörtgen. Duvarda çocuk resimleri, duvarın sıvaları dökülmüş. Resimlerin detayları ilgimi çekiyor. Resimde, salıncakta sallanan çocuklar gibi, dört tane çocuk çizilmiş. Bu resmi de bir çocuk çizmiş; kesin. Çocukların birinin parmakları detaylı olarak ve çok büyük çizilmiş. Ayçiçeklerinin yaprakları gibi açılmış. Yanındaki çocuğun ise ayakları detaylı çizilmiş. Onun da her iki ayağındaki parmaklar o kadar uzun ki, incecik çizgiler güneşin ışıklarına benziyor.

Panoda, bu resmin yanında duran fotoğraf da, yatay ve dikdörtgen. Çalılıklar arasında bir su birikintisi.

Bir sonraki fotoğrafta- yatay kadraj içinde- sazlıklar; çömelmişiz sanki, belki de kaçıyoruz; firar ediyoruz buralardan; arkadan, uzaklarda görünen bir gözetleme kulesi sağda.

Son fotoğraf, serinin tek renkli fotoğrafı. Yatay dikdörtgen kadraj; önde taşlarla dolu bir kıyı, ileride bir su birikintisi – belki kurumakta olan bir ırmak- ileride taşların üzerinde oynayan üç kız çocuğu. Gerideki iki oğlan onlara doğru koşuyor. Mezarlık, oynayan çocuklar, duvarlarda çocuk resimlerinin izleri. Mezarlarda tarih, mezarlarda ölüler, mezarlarda eski hayatlar var diye geçiriyorum içimden. Ama mezar boş diye anımsıyorum sonra. Çünkü hayat yaşıyor. Ölümden önce bir hayat var yaşanacak. Aslolan hayat zaten. “Bu topraklarda mezarlar hiç boş kalmadı ki..” diye itiraz ediyor Elif Koca’nın notu. Evet, diyorum, ne yazık ki öyle. Üzülüyorum. Sınır-Arpaçay, Göçmen Evi, Kamp Armen, Zir Vadisi, Kilittaşı köyü adları siyah bantlara yazılmış ve duvarda vicdanımı yaralayarak duruyorlar. Hani mezar boştu?

*   *   *

Gülay Önerci ile Elif Koca’nın çalışmalarının sergilendiği duvara komşu yan duvarda, panonun üstünde, Elçin Orçan adını görüyorum. Elçin Orçan, kitaptaki “Rüzgardan ve Baş Dönmesinden Korkmadan” adlı öyküden esinlenmiş.

Duvarın üstünde 12 fotoğraf var. Mavi derinliklerde ışık oyunlarının yansıtıldığı fotoğraflar, ortada bir kadının uçuşan, dağılan görüntüsünün etrafına yerleştirilmiş. Kırmızının ağırlıkta olduğu ortadaki fotoğrafın etrafında 8 mavi fotoğraf, ateş etrafında dönen pervaneleri düşündürüyor. Bu fotoğraf kümesinin solunda sol üstte yeşil rengin hakim olduğu tek bir fotoğraf; kümenin sağ alt köşesinde ise mavi ve tonlarının yer aldığı başka bir fotoğraf yer alıyor. “ Her boşluk, boşlukta devam ediyor, ne kadar küçük olursa olsun, her uçurum bir başka uçuruma açılıyor, her yar, sonsuz bir derinlikle bütünleşiyor.” diyen bir not görüyorum fotoğrafların hemen yanında. Elçin Orçan, fotoğraflarında kendi baş dönmesi hissini tarif etmeye çalışmış. “ Öyle bir his ki bu, beni içine çeken yok olma, silinme, kaybolma, bütün yüklerden kurtulup hafifleme ve sonunda değişimi gerçekleştirme isteği….” diye açıklıyor bunu. İşte bu nedenle; bir başka notta “Bu dipsiz bir kuyuyu andırıyor. İnsan hiçliğin çağrısını, düşmenin , davet eden karanlığa ulaşmanın tutkusunu hissediyor, işte değişim orada” diye kendi düşüncelerini eklemiş.

Çünkü her şey, bütün boşluklar “ben” varım diye var. Bazen de “ben”i bir oraya, bir buraya çeken yeşiller ve maviler var. Bazen düşebilirim o boşluğa, bazen de bu boşluğa.

*   *   *

Başak Çetin’in fotoğrafları ise hemen yan tarafta. 5 fotoğraftan oluşuyor.

İlk fotoğraf: dikey ve dikdörtgen kadraj. Mavinin uçuk tonlarının hakim olduğu bir fotoğraf. Kadrajın her tarafından çıkan çubuklar– yukarıdan, sağdan, alttan- birbiri içine geçmiş; ilk bakışta sazlık kamışlarına ya dağılmış bir ot demetine benziyor. Daha yakından ve dikkatli bakınca, ipliklere benzediklerini görüyorum. Bir kilim ya da halı tezgâhına çok yakından bakıyorum belki de. Fotoğrafın altından sağ üste doğru çıkan iplik pamuklanmış ve ışımış. Altındaki notta şöyle yazıyor:

GÖLGENİN YOĞUNLAŞTIĞI AŞAĞIYA BAKARAK / SYF / 111 “… arkamda sayısız geçmiş biriktirmekten başka bir şey yapmadım; geçmişlerimi çoğalttım; tek bir hayat bile peşimden sürükleyemeyeceğim kadar yoğun, dallı budaklı karmaşık geliyorsa, siz bir de pek çok hayatı düşünün; her bir birinin kendi geçmişi vardı ve başka hayatların geçmişleri birbirlerine düğümleniyordu. Her seferinde keyifle şöyle derdim: şimdi ferahladım, kilometreyi sıfırlıyorum, tahtayı s iliyorum: Yeni bir memlekete geldiğim günün ertesinde bu sıfır çoktan pek çok basamaklı bir rakama dönüşmüş olurdu ve göstergelere sığmazdı…” Bertold Brecht’in şiirini anımsıyorum bunları okuyunca:

Bir çivi çakma duvara / iskemleye savur ceketi / üç günün telaşı niye / yarın gidersin buradan / bırak sulama fidanı / o daha boy atmadan / neşeyle gidersin buradan / indir kasketini / insanlar geçerken / neye yarar yabanın dili / seni sılaya çağıran haber ana dilinde”

İlmek ilmek dokuduğumuz geçmişimizi, ilmekleri sökerek yok etmeye başladığımızda neler olur?

Her birimiz, bir halı dokur gibi, ilmek ilmek işleyerek bir hayat, geriye dönüp baktığımızda bütün olarak görebileceğimiz geçmişler yapıyoruz kendimize. Her bir ilmek, bizim olan “anlar” demek. Elbette bu ilmekler, başka ilmeklere dolanıyor, başka hayatlarla kesişiyor, dallanıyor, budaklanıyor. Bir yerden göç ederken, belki de bu ilmekleri gerisin geriye söküyor ve “kilometreyi sıfırlayıp” ferahladığımızı sanıyoruz. “Sildiğimizi s andığımız aslında belki de kendimizizdir.” diye hatırlatıyor Başak Çetin. Bu cümle beni sarsıyor. Evet; Sahiden de öyleyse ?

Yandaki fotoğrafta gölgeler. Gelen birinin görüntüsü. ( Ben önce onun “ geldiğini” düşündüm. Belki de gidiyor, siliniyordur) Etrafı bembeyaz, sanki ışığın içinden çıkıp geliyor gibi. O kişi de bembeyaz; kim olduğunu göremiyoruz.

Gölge yoğunlaştığı yerde yeni bir hayat başlıyor demektir. Sıfırladığın yerde görüntü yoktur, gölge yoktur. Yeni bir şey oluşurken önce gölgedir o. Görüntü, gözün ortama alışınca, gece gündüze döndüğünde oluşur. O zaman da yeni bir yaşantıya başlamışsındır. Bu yaşantı, yeni bir yerinden edilme, başka bir sürgünle sona erecektir bir gün. Kapıdan içeri giren önce gölgedir. Gözümüz kamaşır. Geldiği yere bakarız önce. Görüntü daha sonra renklenecektir. Yüz ve beden daha sonra anlam kazanır. “Sildiğimizi sandığımız aslında kendimizdir” diyor yanındaki notta. Belki de fotoğraftaki görüntü, bir silme anını yansıtıyor. Belki de her şey tersinden işliyor. Belleğimizden çıkarırken birilerini, önce isimleri, sonra yüzleri siliyoruz. Geriye kalan ise sadece gölgeler. Gölgeler en son kayboluyor ışıkla. Ya sildiğimiz bu görüntü “ ben” ise? Her kişide unuttuğumuz “ben” ise ya?

Yanındaki fotoğrafta bir tüy var. Tüyün güzelliğine hayran oluyorum. Bana evi, yemeği, tavukları, yazmayı ve her şeyin üstüne tüy dikmeyi düşündürüyor. Ortada, fotoğrafın yanından sağdan aşağı doğru inen iplikler. Bu iplikler, tüyün kendisine benziyor.

Yanda konumlanan fotoğraf, afişe benziyor. Kitabın 33. Sayfasından bir alıntı var üzerinde; “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” adını taşıyan ilk öyküden. Bir tren istasyon barında gördüğü kadın için öykü kahramanı: “ bir kadının imgesi üzerine çöken ve onu boğan başka imgeler tülü, onu ilk kez gördüğüm bir i nsan gözüyle görmemi engelliyor: başkalarına ait anılar lambaların altındaki duman gibi havada asılı duruyor.” Fotoğrafta karşı karşıya gelmiş iki gölge var. İki kadının gölgesine benziyor. Belki de “ben” birine bakarken, onu başkaların gördüğü gibi görüyorumdur. O da bana bakarken, başkalarının gözleriyle bakıyordur bana. Bir kadın başka bir kadınla karşı karşıya. Birbirlerine kendi gözleriyle mi, başkalarının gözleriyle mi bakıyorlar? Herkes kendi görüntüsüne mi bakar? Başkalarının gözündeki imgesine mi? Bakarken gördükleri kendileri mi? Tanıştığımız insanlar aslında kendimiz miyiz?

Zaten “Peki ya sizin imgeniz?” Sf. 33” diye soruyor Başak Çetin bu kez fotoğrafın yanına iliştirdiği notta.

Diğer bir fotoğrafta zincirlere vurulmuş bir bebek arabası, tutacak yerine sarılmış bir bitki, plasenta kordonunu çağrıştırıyor. Fotoğraftaki renkler tersine dönmüş. “Hepimiz zincirlerimizle doğarız ve hepimiz için öykünün sonu aynıdır” diyor notta. Bu da Başak Çetin’e ait bir cümle. Renkler tersine dönmüş. Çünkü doğduğumuzda tepetaklak olmuş dünya. Bizi ayaklarımızdan tutup sallandırdıklarında, renkler, dünya, her şey tersine dönmüş. Ve zincirlenmişiz.

*   *   *

Bu duvara komşu, karşı duvarda ise çok renkli fotoğraflarla karşılaşıyorum. Sanki bir karnaval başlıyor. Bakalım. Panodaki ismi okuyorum: Aslı Savaşçı Başlık dikkatimi çekiyor: Yeryüzünde Konaklama Noktaları

Sekiz tane renkli fotoğraf görüyorum bu bölümde Aslı Savaşçı’ya ait olan. Yedi fotoğrafta kadraj yatay ve dikdörtgen. Sadece biri dikey. Fotoğraflarda görünen çok renkli, çekici tren istayonları. İstasyonlar, bir yerden başka bir yere giderken duraklama noktaları.

Kirli bir pencere camının ardından bakıyoruz ilk fotoğrafta. Belki bir tren kompartımanı camından. Belki bir istasyon kafesinin penceresinden. Sağdan güneş vuruyor. Dışarıda, sandalyeye oturmuş, bacak bacak üstüne atmış bir adam.

İkinci fotoğrafta, Kirli sarı duvarların olduğu bir apartman boşluğuna bakıyorum, yine kirli siyah çerçeveli bir pencereden. Pencerenin demiri ikiye bölüyor kadrajı. Sağdan yukarıdan sızan güneş ışığı sağdaki duvarın üstüne vurmuş, ortadan sağa doğru verev bir çizgi olarak.

Üçüncü fotoğrafta, bir kafe, ya da bar. Bir istasyonun kafesi. Bir Avrupa ülkesinde olabilir. Önden arkaya, ilerideki camlı bölmeye kadar uzanan masa ve sandalyeler duvar diplerine yakın konulmuş. Ortada geçmek için bir boşluk, sağ tarafta, duvar dibine yakın duran masa ve sandalyeler ise karanlıkta kalmış. Bana, Calvino’nun kitabında, ilk öyküdeki istasyonu ve kafeyi anımsatıyor. Birazdan doktorun eski karısı Bayan Marne, her akşam iş çıkışı yaptığı gibi uğrayabilir buraya. Fotoğrafın sağ alt köşesinde Behçet Necatigil’in bir şiiri yer almış:

Sisler içinde insanlar, gün ortası, geceleyin; Hangisi gerçek, hangisi düş, şaşırdım. Daha demin vardı, şimdi birdenbire yok Issız bir kır akşamı
Bu benim yaşadığım.

Serinin tek dikey kadraja sahip fotoğrafı, bu; dördüncü fotoğraf. Bir istasyonda, upuzun uzanan duvarın, kenardaki parmaklıkların yansıması, fotoğrafı ikiye bölmüş. Sanki tren geçiyor.

Beşinci fotoğraf. Yatay, dikdörtgen kadraj. Solda, kadrajı ikiye bölen, açık renk metal bir kapı. Aralık. Kapının sağ kanadının üstünde, demirlerle bölünmüş bir pencere var. Kadrajın sağında, üzerindeki camın kare, siyah çerçevelerle bölündüğü bir pencere var. Önünde, siyah, ince kollu, arkalıklı, ahşap bir sandalye var. Büro sandalyesine benziyor. Burası, istasyon memurunun odası olmalı. Yani çok eskiden. Önünde bir masa görüyorum. Kapının üstündeki cama birinin görüntüsü yansımış. Penceredeki yansımadan, geride duvarın üstüne konmuş saksıları görüyorum. Altında kitaptan esinlenmiş minicik bir not:

İşte ben şimdi ne burada ne başka bir yerde olmayı deneyimliyorum.”

Hemen yanda duran altıncı fotoğraf, çok renkli ve bence çok etkileyici. Üst üste binmiş iki görüntü, birbirlerini tamamlayacak şekilde örtüşmüş. Görüntüler, birbiri içine harika bir uyum içinde geçip bütünleşmiş. Sanki bir tren vagonunun üstündeki yansıma gibi. Kadrajın solunda bir adam oturuyor, pencere önünde. Adamın kolu, duvarın üstüne çizilmiş, akordeon çalan bir adam resmiyle birleşmiş. Sanki akordeonu tutan duvarın üstündeki resimdeki adam ama çalan soldaki adam gibi. Sağ tarafta, karşıda, dışarıda sandalyede oturan bir kadın var. Yanında boş bir sandalye, önünde kare şeklinde, metal katlanır bir masa var. Sağda, yukarıdan aşağıya eski, süslü bir soba borusuna benzer bir sütun iniyor. “ Aralarında yaşanan dramın henüz sonuçlanmadığını….” diye devam eden bir not var altında.

Bir sonraki fotoğrafta, eski bir binanın içi. Duvarda sıvalar dökülmüş. Tezgahın üstü kurumla kaplı. Sağdaki pencereden gelen ışık, karşı duvara yansımış. Sağdaki pencerenin camına işlenmiş süs ya da vitray, çok eski ve kirli ancak hala çok güzel. Rengi eski canlılığını koruyor, açık turuncuya benzer bir renkte. Binada daha önce yaşayan insanların ne kadar zevkli olduklarını düşünüyorum. “Ben”, bu odaya, açık, kirli bir pencerenin önünden bakıyorum. Sağda ve solda pencere kanatları.

Fotoğrafın altındaki notta “ düşüncemi öyle zorladım ki, zaman geriye doğru bir tur attı: İşte ilk yola çıktığım istasyondayım gene; o gün nasılsıysa, bugün hala öyle; hiçbir değişiklik olmamış. Sahip olmuş olabileceğim bütün hayatlar buradan başlıyor.” diye yazıyor.

Yatay, mavi kadraj ve son fotoğraf. Mavi renk, kadrajı kaplamış. Kadrajın altı soldan sağa siyah. Kara bulutlar gökyüzünde. Sağ alt köşede, belki de göçmeye hazırlanan bir leyleğin gölgesi. Fotoğrafın altındaki yazılı olan Pablo Neruda şiirini okumak için yaklaşıyorum. “Düşlere düşkünlüğü olan ölçüsüz gecelere / dinginsiz ruhu /hazır solgunluğu / uyuyor o, / çöküyor tutkusu / çünkü ölülerden bir denize ,/ batarak şiddetle bağdaşıp / sopsoğuk”

Leylekler hep sürgün, hep göçmendir işte. Her yerde misafirdir ama her yerde de ev sahibi aynı zamanda. Öyleyse düşlere sığınır insan ve uyutur ruhunu üşümesin diye yolculuklarda. Yeni bir tren istasyonunda duraklayıncaya kadar.

Eski istasyonlar, geçmişe döndürür, yitirilmiş zamanları ve mekanları, yeniden ele geçirme, hatırlama olanağı sunar. Bir de ışık ve ses dünyası var, hayatta olduğumuzu ve anı hatırlatan.” Haz verdiğini düşündüğümüz yaşantılar, istasyonlarda karşılaşılan başka hayatlar var. Onların gözleri, dramın henüz bitmediğini hatırlatıyor. Yolculuk yalıtılmışlık duygusu da veriyor. Fotoğraflardan yansıyan, bana, her yolculukta her öykünün yeniden başladığını düşündürüyor. Her seferinde, sanki daha önce hiçbir şey yaşamamış gibi yeniden başlayan “ben”. İlk aşk, son aşk; son aşk ilk kez düşülür gibi. Her seferinde yeniden başlar “ben”, bir yolculuğa, bir insana, bir eve, bir romana, bir fotoğrafa. Acıktığında, ilk kez yemek yiyor gibidir “ben”.

*   *   *

Sonraki durağım, Tulay Tural Aral’ın “Eşiğin Dili” başlığını taşıyan çalışması. 7 tane renkli fotoğraf.

Yan yana konulmuş. Fotoğrafların hepsi netsiz. Hareketli.

İlk fotoğrafta bir pencere, ikiye bölünmüş. Kadrajın sağında, demirlerle bölünmüş bir başka pencere. Kadrajın solunda, netsiz, hareketli, bir insan portresi. Işımış.

İlk fotoğrafın tam altında yan yana iki fotoğraf yer alıyor. Eşikte bir kadın silueti. Eşikten dışarı mı çıkıyor, içeri mi giriyor belli değil. Zaten bunun önemi de yok. Gittiğimiz, geldiğimiz hep aynı yer değil mi? Ama yine de eşikte duraklıyoruz hep. Durup düşünmek istiyoruz belki, duraklıyoruz ama, içimiz telaşlı; yani bir biçimde içimizde bir yoğunluk var, gitsek mi kalsak mı; çoğunlukla bunu yaşıyoruz her nedense. Yanındaki fotoğrafta kıvrılan merdivenler. Ve onun yanındaki iki fotoğrafta da dağılan ya da ışıyan bir kadının başına benzeyen görüntüler.

Yanındaki fotoğrafta merdivenler, sola, aşağıya, sağa yukarı doğru dönüyor. Fotoğrafta bir hareket bir telaş var.

Yandaki panoda da, ilk bölümdeki dizilişin tekrarı bir diziliş görüyorum. Fotoğraflar da, benzerlik taşıyor, daha yakın plan, daha detaylı.

Üstteki ilk fotoğraf da, netsiz ve hareketli, telaş duygusu veriyor. Yatay kadraj ikiye bölünmüş. Sağda, netsiz, ışımış, hareketli bir kadın silueti. Kadrajın solunda, biraz üstte, sağdaki görüntünün daha küçük boyutlarda aynısı. Bu fotoğrafın altındaki üç fotoğraf yan yana. Her iki panoda da, üstteki fotoğraflar, yatay, dikdörtgen. Alttaki fotoğraflar dikey, dikdörtgen. Alttaki fotoğraflar ilk fotoğrafların tekrarı gibi.

Boş bir oda, duvarda bir pencere, pencereden gelen ışıyan bir aydınlık. Karşısında demirli başka bir pencere. Yanındaki fotoğrafta, kadrajın sağında bir kadın gölgesi eşikte, soldan gelen aydınlık ışımış.

Eşikten geçerken, duraklarız; çünkü eşikten sonrası korkutur bizi. Eşikten geçmek değişimdir; korkutur bizi. Değişim belki de yok oluş demektir. Eşikten geçerken kamaşırız. Eski sıyrılır üstümüzden. Yeni, yıkar bizi, yok eder. Yeni bir “ben” olana kadar ışırız, kamaşırız. Hem yok olur, hem de ışıktan var oluruz yeniden. Yeni bir karanlığa, yeni bir tükenişe kadar. Eşik, ya bir kapı, ya bir pencere, ya bir merdivendir. Bazen eşikte durur, bazen eşikten aşarız. Bazen içerinin karanlığı ile kararırız ya da dışarıdaki karanlık gözlerimizi kör eder. Bekleriz; ya adım atıp eşiği aşar; ya da dururuz arafta, bizi biri çeker dışarı.

*   *   *

Calvino’nun Gölgesi’nde Foto-Roman Atölyesi sergisindeki son çalışma Fügen Yörük’e ait.

Tavana ortak bir noktadan tutturulmuş ve aşağı sarkarken dört ayrı yöne doğru açılan iplerin ucunda yuvarlak, tepsi gibi bir platform. Platformun yan yüzeyi, bir karışı geçecek genişlikte. Üzerinde yedi ayrı alıntı var kitaptan. Alıntılar aydınger kağıtlara basılmış ve bu kağıtları kaldırınca siyah beyaz yedi farklı fotoğrafla karşılaşıyoruz. Fotoğrafların hepsi yatay ve dikdörtgen kadraja sahip. “Öykü için köprü henüz bitmedi: Her sözcüğün altında bir hiçlik var. Belki de boşluk üzerindeki köprü bu öyküdür.” diyor not. Kaldırıp bakıyorum, altında simsiyah bir fotoğraf. Platformu çevirip ikinci alıntıyı okuyorum: “Beni bir an terk etmeyen bakışını hissediyordum, aynı anda üzerimde beni her an ve her yerde izleyen başka bir bakışı, benden tek bir şey bekleyen görünmez bir gücün bakışını hissediyordum… Elmas gözleriyle bana bakıyor, ona bakmamı istiyor, bakışlarımızın da dönemeçli ve kesintisiz yollardan ilerlemesini istiyordu.”

Merakla açıyorum kağıdı altındaki fotoğrafı görmek için. Solda arkası dönük bir adam. Sağ köşede, yüze kadraja dönük, hafifçe gülümseyen bir kadın ona bakıyor. Karşıdaki duvar, siyah beyaz çubuklarla bölünmüş. Fotoğraflarla notlar, birbirini tamamlıyor ve anlamı daha da algılanır hale getiriyorlar.

İrina: “Gerçek devrim ancak kadınlar da silahlandıkları zaman gerçekleşecek. Kadın olmanın ne olduğunu siz de hissedeceksiniz biraz. (…) Valerian İrina’ya bakmakta ama bu adeta transa girmiş gibi yitik bir bakış.”

diyor bir sonraki alıntıda. Giderek daha da ilginç hale geliyor havada dönen bu platform. Açıyorum ve fotoğrafa bakıyorum: Bu kez solda duruyor bir kadın, tam karşısında duran sakallı, gözlüklü bir adam ona bakıyor. Adamın yüzü ve sakalları vuran ışıkla parlamış. Kadın ona değil de yere doğru, belki de geçmişte bir yerlere bakıyor. Pek de mutlu görünmüyor. Silahsız olduğundan mı?

Bizler, tarafsızlık çizgisi dümdüz ve düşey olan partiden, kıskançlıkları ya da her türden üstünlüğü göz ardı eden bir kadının kölesi olmak koşulunu kabul etmemize rağmen hala peşimizi bırakmayan, hayatta kalmayı başarmış olan berbat erkek gururundan feragat etmeliydik…” diyor not. Altındaki fotoğraf, çok etkileyici. Karanlıklar içinde soldan sağa doğru gelen kadın görüntüleri tekrar ederek sağda ortaya yakın duran adama değiyor, adamın içinden geçerek, sağa doğru devam ediyor. Bir kadın imgesi, içinden geçip ve dahi üzerine sinecek kadar etkili olabiliyor bir erkek için, hem de bu kadar.

Benden beklediği şey ölümdü, kimin başına geleceğinin önemi yoktu, ister başkalarının olsundu, ister kendi ölümüm…Bedenlerin ve cinsiyetlerin güçlerini dönüştürecek olan gizli devrim de olmak üzereydi. İrina buna inanıyordu.”

Bu notun altında, dağılmakta olan bir adam yüzü. Yüz, suyun üstünde dağılan bir görüntü gibi soldan sağa doğru yayılıyor. İrina’nın sözleri onu dağıtmış gibi.

(…) “Boşluk, şu aşağıda boşluk” diyordu…Her boşluk boşlukta devam ediyor, ne kadar küçük olursa olsun her uçurum bir başka uçuruma açılıyor, her yar sonsuz bir derinlikle bütünleşiyor.”

Alttaki fotoğrafta bir pencerenin çerçevesi. Çerçevenin kenarlarına, kitaptan boşlukla ilgili cümlenin tersten yazılı olduğunu görüyorum. Çerçeve, yukarıdan aşağı doğru inen çubuklarla üçe ayrılmış.

Köprünün demir parmaklıkları gibi konuşmamızda da replikler arasında boşluklar oluşuyor.” diye yazıyor son alıntıda. Alttaki son fotoğrafta ise bir adam gölgesi kadrajı ikiye bölmüş. Önünde durduğu duvar beyaz, altı soldan sağa karanlık ve tam ortadan yere doğru siyah bir çizgi inmekte. Fotoğraflar, üzerlerindeki metini destekliyor; fotoğraflar, metinlerin “Fotoğrafça’ya” dönüşmüş şekli. İki dili birlikte okuyoruz. Kadınlar ve erkekler arasında süre giden bu iktidar savaşı neden diye soruyorum Fügen Yörük ile birlikte. Nedir bu erkekler ve kadınların birbirlerinden çektiği diyorum kendi kendime. Kadınlar ve erkekler birbirlerini dönüştürseler de havada dönen bu fotoğraflar ve alıntılar gibi, yine de bu iki cinsiyet arasındaki “boşluk”, “ben” i de sarıyor. Böylece, kafamda dönen onlarca soruyla sergiyi gezmeyi tamamlayıp, ayrılıyorum atölyeden.

*   *   *

ÖNSÖZ

Başlarken, “Calvino’nun Gölgesinde Foto-Roman Atölyesi Sergisi” ile ilgili yaptığım bu değerlendirme çalışmasının, benim için son derece keyifli, bir o kadar öğretici ve heyecan verici olduğunu belirtmek isterim. Edebiyat ve fotoğraf gibi iki uçsuz bucaksız alanın harika bir buluşması olduğunu düşündüğüm bu atölye boyunca üretilen eserlerin izleyicisine (okuruna) sunulduğu bu sergi, edebiyat uzmanları, İtalo Calvino’yu yakından izleyen eleştirmenler, anlam bilimciler ve fotoğraf üstüne kafa yoran profesyoneller tarafından, kuşkusuz ki, daha kapsamlı, daha derin bir şekilde ele alınıp değerlendirilebilir; daha içeriden okumalar gerçekleştirilebilir. Bu çalışmanın, bir kitap sever ve fotoğraf alanında daha bebek adımlarıyla yürümeyi deneyen biri tarafından yapıldığının göz önünde tutulmasını ve bu bağlamda değerlendirilmesini arzu eder ve hoş görülmemi dilerim. Ayrıca belirtmek isterim ki; bu çalışmayı, Ka’daki Açık Atölye sırasında, Fotoğrafı Eleştirme dersi için bir alıştırma niteliğinde yaptım. “ Sürç-ü lisan edersem affola!” diyerek başlıyorum. ( Yazıda geçen “ ben” ifadesini, İtalo Calvino’nun kitabında amaçladığı şekliyle kullanmaya çalıştım; bu ifade ile “ben” İtalo Calvino’ya bir selam gönderiyorum.)

İtalo Calvino’nun, 1979 yılında yayınlanan “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” adlı romanında, 10 ayrı öykü yer alıyor. 1001 Gece Masalları’nı anımsatan bir anlatımla birbirinden bağımsız gibi başlayan bu 10 ayrı öykü arasına, 10 ayrı bölüm yerleştirilmiş; öyküler, roman ilerledikçe birbiri içine geçiyor. Öyküler arasına giren bölümlerde ise Calvino, okuyucuyu da romana dahil ederek, doğrudan onunla konuşuyor; okurun aklından geçenleri de algılayarak onu kıskıvrak yakalıyor. Bir yoruma göre Aztek usülü eski bir anlatı biçimi olan bu kurguda, her hikaye başladığı yerde bitiyor, öykü kişileri de başladığı yere geri dönüyor.

Post-modern edebiyatın iyi bir örneği olarak değerlendirilen bu romanın her öyküsünde Calvino, geleneksel romanda kullanılan anlatım biçimlerini ve roman konularını, öznel bir sınıflandırmayla, şema olarak göstermiş; ve bunlara göndermelerde bulunuyor romanda. Calvino, bu anlatım biçimlerini ve konuları, Sis Romanı, Yoğun Deneyimli Roman, Simgesel- Yorumsal Roman, Siyasi- Varoluşçu Roman, Alaycı-Kaba Roman, Kaygının Romanı, Mantıksal-Geometrik Roman, Yoldan Çıkmanın Romanı, Yeryüzüne İlişkin-İlkel Roman ve Kıyamet Romanı gibi on başlık ve on ayrı ara bölüm olarak, ilk sayfada bir şemada göstermiş. Böylece, okur, hangi öyküde, hangi roman biçiminin ve konusunun ele alındığını açıkça görebiliyor. Calvino’nun, okuyucuyla sohbet ettiği, okuyucuyu, (dolayısıyla) yazarı bir öykü kişisi haline getirdiği ara bölümlerin başlıkları ise, şemadan da okunabileceği gibi, Sis Romanı’nda anlatılan Asgari Düzeyde Hayat’a karşılık “Doruk Araştırması”, Yoğun Deneyim Romanı’nda Duyumlarda’ya karşılık “Ben’de”, Simgesel-Yorumsal Roman’da İçe Yönelik olma durumuna karşı “Dışa Yönelik”, Siyasi- Varoluşçu Roman’daki Tarih’e karşılık “Saçma”, Alaycı-Kaba Roman’daki Özdeşleşmeye karşılık “Yabancılık”, Kaygının Romanı’ndaki Kaygı’ya karşılık “İnceleyen Bakış”, Mantıksal-Geometrik Roman’daki Saydamlık’a karşılık “Karanlık”, Yoldan Çıkmanın Roman’ındaki İnsan’a karşılık “Dünyada” Yeryüzüne İlişkin-İlkel Roman’daki Kökenler’e karşılık “Dünyanın Sonu” ve Kıyamet Romanı’nda ele aldığı Dünya Bitiyor’a karşılık “Dünyan ın Sonu. Calvino bu başlıklarla iletmek istediklerini, çeşitli sembollerle ve kişilerin öyküleri ile anlatıyor. Şemadan da görüleceği gibi, bütün bu kavramlar birbiri içine girerek bir sarmal, öykü içinde öykü ve sonuçta romanı oluşturuyorlar. Bir ağacı oluşturan, bir oraya bir buraya uzanmış dallar gibi. Ya da bir ailenin soy ağacına bakar gibi görebiliyoruz bütün bağlantıları, uzamları, kolları ve ilişkileri. Öykülerin adları da, öykülerde anlatılanlar kadar ilginç ve insanı okumaya davet eder nitelikte. Bölümlerin “ Birinci Bölüm, İkinci Bölüm diye giderek, On ikinci Bölüm’de sonlandırılmasına karşılık, aradaki öykü adları anlatılacak öyküyü çağırır nitelikte.

Romanda ele alınan ana tema, “ yerinden edilmişlik”. Okur yerinden edilmiş, yazar yerinden edilmiş; her ikisinin de otoritesi, aralarındaki hiyerarşik durum yıkılmıştır. Birbirlerinin yerine geçseler dahi, erki elinde tutan o geleneksel tutum yok olmuştur. Bu nedenle, bir sürgün olma durumudur yaşadığımız. Kimi zaman terk etmek, kimi zaman firar etmektir tek seçenek. Yerinden edilmişlikle gelir anti-otoriter tavır.* “Kitabın birbirinden bağımsız gibi kurgulanan öykülü kısımlarının başlığı, bin bir gece masallarının yarım kalan ruhuna gönderme yapılan on birinci bölümde, “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu, Malbork Kasabasından Irakta, Rüzgârdan ya da Baş Dönmesinden Korkmaksızın, Sarp Yamaçtan Aşağı Eğilir, Birbirine Dolanan Çizgilerin Ağında, Aşağıdaki Koyu Karanlığa Bakar, Birbirleriyle Kesişen Çizgilerin Ağında, Boş Bir Mezarın Çevresinde, Ayın Aydınlattığı Yapraklardan Bir Halının Üzerinde –Hangi Öyküymüş Bakayım O, Sonunu Bekleyen- diye sorar, Öyküyü Dinlemek İçin Sabırsızlanarak…” diye anlamlı bir paragraf olarak bir araya getirilir. (…)

*“Yazarın bütün otoriter konumlarından sürgün edilmesi, okurun bildiğini sandığı ve güvenle daldığı bütün yollarda yolunu yitirmesi, anlamın bir an için sabitlik kazanacağı bütün satırlardan ileriye itilmesi, köktenci bir yeniliğe, keşiflere ve filizlenmelere gebedir. Çünkü yeni bir yol bulabilmek için ilk önce bildiğimiz ya da bildiğimizi sandığımız yollardan sürülmüş olmak, “yoldan çıkmış olmak” gerekir.”

Foto-Roman atölyesinde Calvino’nun bu kitabı bize eşlik edecek. Başlarken her katılımcı bu on  roman  başlangıcından kendine yakın ya da uzak hissettiği bir tanesini seçecek. Yolcuğumuz; karakter çözümlemeleri, zaman-mekan- özne ilişkileri, atmosfer yaratımı, renk- duygu ilişkisi gibi başlıklar çerçevesinde, fotografik bir yolculuğa dönüşecek. Her katılımcı kendi yolculuğunu  fotoğraflarla ortaya koymayı deneyecek. Hikayeler belki de sahiden tamamlanacak, evrilecek, dönüşecek ve sonunda katılımcıların kendi hikayeleri olacak.”

Ka Atölye’nin internet sayfasında atölyenin tanıtımı böyle yapılmış.

SON SÖZ

Sergi sonucunda, atölyenin, başlarken amaçladığı hedefine ulaştığını düşünüyorum. Her bir katılımcı, Calvino’nun kitabından kendine yakın bulduğu, üzerinde çalışabileceği ve fotoğraflar üretebileceği bir bölümü seçmiş ve onunla bir süreç geçirmiş. Kitaba dalmak ve derinliğinde boğulmadan çıkmak, başlı başına takdire şayan bir başarı, bence. Hele de sonrasında bir şeyler üretebilmek de muhteşem bir şey. Bütün katılımcıları kendi adıma kutluyorum. Katılımcıların hemen hepsi, kitaba, romanda yazarın kullandığı, incelikle işlediği sembollere sadık kalmış; kitaptan ya da başka metinlerden alıntılarla -ve kendi cümleleriyle de- fotoğraflarını desteklemiş. Bu sayede fotoğraf okumalarını güçlendirip, kolaylaştırmışlar. Metinsel malzeme hiç kullanılmasa idi, eserler eksik de kalabilirdi. Katılımcıların, “boşluk”, “silmek”, “bir yerlerde duraklamak”, ( çıpa ve istasyonlar) “firar etmek”,” içe- dışa dönmek”, “bakmak” ve” mezar” gibi kavramları kendilerine yakın bulmuş olduklarını ve bazılarının benzer kavramlar üzerinde çalışmalar ürettiklerini gözlemledim sergi sırasında. Kitabı okurken, sonrasında üretilen eserlere bakarken, hem çok şey öğrendim, hem derinlere daldım, hem de çok heyecanlandım. Ayrıca, sergideki eserlerin her birindeki ince ve tasarlanmış ayrıntılara da hayranlık duydum. Bu tür buluşmaların artarak devam etmesi dileğimi tekrar etmek isterim. Ka Atölye’deki sevgili arkadaşlarıma teşekkür ederim.

Bir Kış Gecesi Eğer Bir Fotoğrafçı…” diye başlayıp cümleme, sergiyi ve çalışmaları izlemeye koyulmuştum. Bakalım nasıl bitecek bu cümle diye merak ederek. Yazıdaki ve kafamdaki soruların ucunu açık bırakıyor, herkesi yeni sorular sormaya davet ediyorum; eminim; siz de yeni sorular eklersiniz.

Bir Kış Gecesi Eğer Bir Fotoğrafçı, Calvino’nun Gölgesi’nde, Bir Foto-Roman Atölyesi’nde, Yalçın Savuran ile Birlikte, Yolu Ka Atölye’de Kesişen, Bir Sergiye Uğramışken, On bir Yolcunun Ellerinde, Serginin Düşündürdükleri, Nerede İmiş Ki Şimdi Buradaydı, Dönüp Dururken Aklımızda, ….” diye toparlıyorum sözlerimi.

*Calvino Anlatısında “Sürgün” Konumlar – Sevilay Çelenk- Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi

 

“Bir sergiyi gezmek” için 3 Yorum

  1. Nurgök Diyor ki:

    Başak’cığım, birlikte çoğalmanın ne demek olduğunu seninle birlikte daha iyi anlıyorum. Seni tanıdığımdan beri her günüm daha da çiçekli. Sergi yazısının böyle düzenlenmesi, sergi fotoğraflarıyla birlikte yer alması çok hoş olmuş. Ellerine sağlık. Bu vesileyle sergiye katılan herkesi tekrar kutluyor ve kucaklıyorum.

  2. Tulay Aral Diyor ki:

    O günleri tekrar yaşadım Başak’cım, yazdıklarını yıllar sonra tek tek okurken. Çok teşekkür ederim. Sana, Yalçın Hocama, Arkadaşlarıma…

  3. basak Diyor ki:

    Ne güzel… 🙂

Yorum Yazın