Yutmi

YALINAYAK

Aralık 03 2009

Benden gezi anıları dinlemeye alışmış arkadaşlar selam!

Bu sefer ne Kaş ne Kalkan, ne Kızıldeniz ne Maldivler… Bayramın beş günü Ankara’da kalırsa insan ancak kendi içinde geziniyor yalınayak… Zordur insanın kendi içinde yalınayak gezinmesi.

Bayramın 3.günü. Sabahın erken saatlerinde kalktım yine her zamanki gibi. Misafirlerim var, içeride uyuyorlar. Onları uyandırmamaya özen gösteriyorum, biri bebesini emzirmekten yorgun düşmüş bir anne çünkü. Önce bilgisayarı açıyorum. Bazen sürprizler oluyor içinde beni mutlu eden 🙂 İşte yine o sürprizlerden… Üye olduğum bir yazışma grubundan birkaç güzel insan, birkaç güzel not ve biraz da müzik bırakmışlar ben uyurken başucuma.

bu sıra içten bir merhabadan daha güzeli yok benim için.
özlenmek hiç görmediğin biri tarafından,
ya da uzaklardan bir ses merhaba diyen
küçük dokunuşlar bırakan baş ucuna
bunlar iyi geliyor insana
sen de bilirsin…

Kısaydı notlar, bir çırpıda okudum. Ama müzik bir çırpıda dinlenmemeli, yanıtlar bir çırpıda verilmemeli. Pijamalarımla birlikte geceyi soyunup, güneşi giyinmek istedim. Benim güneşim kıskançtır biraz, geceden kıskanır hep beni. İstemez pijamalarla dolaşayım o geldiğinde. Hele kışın… “Zaten kışın azıcık birlikte geçirdiğimiz zaman” der, hep dışarı, oyuna çağırır beni. Aklıma Mesnevi’den bir alıntı geldi, yazamadan geçemeyeceğim;

Çocuk oyuna öyle bir dalar ki gece olduğunu fark etmez bile. Hatta eşyalarını çalsalar onu da fark etmez. ‘Dünya hayatı oyundur.

Neyse ki bu beş gün, güneşim beni yalnız bırakmadı. Birlikte Eymir’e gittik, bira içip balık ekmek yedik.

İçeride depo haline gelmiş küçük odaya bıraktığım pantolonumu ve bluzumu giyerken, gözüm yerde duran kutuya ilişti. Çöpe atılmış bir kısım yaşanmışlıkların ardından geriye kalanları doldurduğum bir kutunun içinden küçük bir defter çıktı. Sayfalarının her biri ayrı bir sefer… En güzel tatlardan biri bu. Hani -hiç de içmedim ama- yıllanmış değerli bir şarabı içmek gibi derler bazen bu tadı adlatabilmek için. Eğer bir gün yıllanmış güzel bir şarap içersem, -aklıma gelir bu yazım nasılsa- o zaman söylerim size öyle mi değil mi diye.

Şişt! Yok hemen öyle bozulmaca… Dedim ya benim güneşim çok kıskançtır. Bilgisayarın başına oturdum diye kıskandı şimdi de. Demin olanca şımarıklığı ile burnumu gıdıklarken, şimdi bulduğu üç beş bulutun arkasına saklanmış tavır yapıyor bana aklı sıra… “Ama güneşim, ne zamandır yazmıyorum, bak yazdıklarımda sen de varsın ama… yapma böyle…“ Yok domuzluğu tutu yine :))

Neyse ben alırım onun gönlünü nasılsa… Ne diyordum, defter… Evet bu eski tozlu defterin sayfalarını karıştırmaya başladım. Aslında çok da eski sayılmaz, içindeki notlara bakılırsa 6-7 sene öncesi olmalı. Yıllar sonra yaptığım mimarlıktan küçük izler var… Hoşuma giden şiir ve yazı alıntıları sonra. O zaman da tiyatro organizasyonları yaparmışım Vakıf için… O dönemden isimler kalmış yalnızca o oyunları izlemeye gelen… Birkaç kitap ismi, alıp okurum diye not almış olduğum. 2004’e ait bir mahkeme kararına ilişkin notlar… Oldukça da uzun yazmışım, üç beş sayfa… Bu ne ola ki diye sayfaları karıştırıyorum ama hiçbir şey ifade etmiyor. Biraz daha karıştırıyorum, benim eski işyerimle ilgili bir davanın avukat notları olduğunu anlıyorum. Şöyle bir keyifleniyorum. Geride bırakabilmek ne güzel kötü anları diye düşünüyorum. Demek ki taşımamışım. Doğru ya benim torbam yok. Hani şu sırtında çöp torbası taşıyanlardan değilim. Geçmişte yaşanan sorunlu sevimsiz ne kadar olay varsa torbasına doldurup taşıyan insanlar vardır. Hiç unutmazlar onlar. Hani bazıları kinci der onlara. Ben torbalı insanlar diyorum kinci yerine. O torbalarının içi hep doludur. Kolay kolay boşaltmazlar. Gittikçe ağırlaşır ve kokar o torbalar… IIIIĞĞĞ

Neyse ben sayfaları karıştırmaya devam ediyorum… Bir ara spor merkezi kurmayı hayaletmişim herhalde ki bir sayfa dolusu kondisyon aleti ve kaç para oldukları yazıyor kenarlarında 🙂 çok komik geliyor, gülümseyip sayfaları çevirmeye devam ediyorum. Gazeteden kestiğim üç beş parça yazı buldum içinde. Birini yazayım sonra bitireyim yazımı. Belki de ara vermişimdir, sonra gene gelirim…

… Çehov, yastıktan başını kaldırdı. Ardından da, son bir nezaket refleksine uyarak… dingin ve ciddi: ‘… Ölüyorum’ dedi. Doktor ona hemen bir kafuri iğnesi yaptı. Sonra, kalp yanıt vermeyince, bir oksijen tüpü getirmelerini istedi. Sonuna dek bilinçli olan Çehov, kesik kesik bir sesle karşı çıktı; ‘Artık herşey gereksiz. Tüp gelmeden önce, bir kadavra olacağım.’ O zaman, DR.Schwöhrer bir şişe şampanya getirtti. Çehov kendine uzatılan bardağı aldı ve Olga’ya dönerek, acınası bir gülümsemeyle; ‘Nicedir bir şampanya içmemiştim’ dedi. Şampanyayı yudum yudum içti. Ve sol yanına uzandı. Biraz sonra nefes almıyordu artık. Yaşamdan ölüme geçmişti, her zamanki sadelikle. Günlerden 2 Temmuz 1904’tü”.

Sadık Aslankara / Cumhuriyet Kitap

Yorum Yazın