Kitre Bebek
Evet artık Müze’ye yeniden, yeni baştan girmeye hazırım. 1860’lı yıllardan kalan bu konağı, Radiye Gül 2001 yılında alıyor ve dört yıl süren bir restorasyon çalışmasından sonra 2005 yılında bir müzeye dönüştürüyor. Mustafa Paşa’daki ilk özel müze olan bu konakta 5.000’e yakın kitre bebek, başka ülkelerden müzeye armağan edilen yöresel bebekler sergilenirken, çeşitli sanatçıların hediye ettiği resimler de duvarlarını, yazarların kitapları kütüphanelerini süslüyor.
Müzenin büyük ahşap kapısının dokusundan renklerine hepsi, yıllanmışlığın görkemli gü
zelliğini taşırken, kapının üzerindeki tokmaklar da bu güzelliği tamamlıyor. O ahşaba dokunmak, taşı hissetmek güzel bir his. Müze köy meydanından biraz yukarıda kalıyor. Yani yokuş çıkmaktan hoşlanmayanlar müzeyi göremeden gidebilir. Ama çıkan da mükafatını alır. Müzeye girdikten sonra birkaç basamakla mutfağa ulaşıyorsunuz. Mutfaktaki detaylar, keyifli sohbetlere, önemli kararlara tanıklık etmiş masa, döşemenin altındaki depolar, taş fırın… Mandallı ahşap dolap kapakları. Kapıların kolları… Hangi birine bakacağını şaşırıyor insan.
Müzede beş bine yakın kitre bebek var demiştim ya, size biraz da onlardan bahsedeyim.
Bu bebeklere kitre bebek denmesinin nedeni; Anadolu’da yetişen, geven bitkisinin gövdelerinden sızan sütten elde edilen bir tür zamk. Dikenli bir bitki olan bu bitkinin fotoğrafını yanda görebilirsiniz.
Bebeklerin bir kısmı girişin altındaki mağaralarda sergileniyor. Bir kısmı da birinci kattaki salonda. Salonun zeminindeki eski ahşap döşeme üzerinde yürüdükçe size neler neler anlatıyor. Bebeklerin üzerindeki işlemere bakmaya doyamıyor insan.
.
.
Buradaki bebeklerin bir hikayesi olduğu gibi onların da bize anlattığı hikayeler var. Canlandırdıkları karakterler, üzerilerindeki giysilerin detayları, bazılarının takıları, bazılarınınsa yırtık çorapları, kanlı bedenleriyle anlattıkları hikayeler… Bu bebeklerden, müzeden fotoğraflar paylaşıyorum ben de burada ama gereçten bazı şeyleri anlatmaya fotoğraflar da yetmiyor. Hatta öyle ki bu müzeyi kuru kuruya gezmek de yetmiyor. Bir kere bu Müzeyi gezmek zaman alıyor. Çünkü dediğim gibi buradaki bebeklerin hikayeleri var ve Serkan gelen ziyaretçilere bıkmadan, usanmadan, sabırla özenle bu hikayeleri anlatmaya devam ediyor.
Tüm bu bebeklerin yaratıcısı Sibel Abla (Radiye Gül), beni bebekleri yaptığı atölyesini gezdiriyor. Çeşit çeşit kumaşlar, boncuklar, iplikler… O kadar ince işçilik var ki bebeklerde, hayran olmamak mümkün değil. Bebeklerin burunları bile değişik biliyor musunuz. Radiye Gül’ün sanatı bebeklerle de sınırlı değil, dikmiş olduğu kaftanlar, üzerinde çalıştığı heykeller de sanatının bir parçası.
Bu müzeyi gezeceklere önerim, müzeyi gezdikten sonra şu terasta oturup, bir süre sessizce duyduklarını, gördüklerini sindirebilmek için kendilerine zaman tanımaları. Biliyorum çok zor… daha gezilip “tik”lenecek çok yer, çekilecek ve “HEMEN” paylaşılacak çok fotoğraf var belki ama bir yeri sindirmek, bazen bin yeri gezmeye bedel olabiliyor. Bu müze de öyle bir müze işte. Bebeklerin hikayeleri kadar, müzenin sakladığı hikayeler de sizi bambaşka yerlere taşıyabiliyor. Bazen çocukluğunuzdaki macuncunun yanına, bazen Kurtuluş Savaşı’nda bir revire ya da nahıl adetinin içinde buluyorsunuz kendinizi. Müzenin varoluş hikayeleri de cabası…
Burada kaldığım sürece, müzeye 5dk’da şöyle bir gezip çıkanı da gördüm, Serkan’ın rehberliğinde dakikalarca gezenini de. Tabi bir taraftan da ilgi meselesi… Onun için sıkılanı da kınayacak değilim. Yine de bu bebeklere bakıp, onlardaki el işçiliğini emeği görememek büyük kayıp bence. İnsanın nereye, nasıl bakacağı, anlamı nerede aradığı -ya da anlam aramak gibi bir derdinin olup olmadığı- da önemli. Bağlantılarla düşünmek, bağlantıları nasıl kurduğumuza bağlı olarak bize tüm bunlardan bağımsız bir hikaye yazmamıza bile neden olabilir. Tıpkı fotoğraf çekmek gibi. Kimi sadece gördüğü şeyin fotoğrafını çeker, kimi düşündüğü, hayal ettiği şeyin fotoğrafını… Bazısı da çektiği fotoğraftaki hikayeyi görür veya onunla yeni bir hikaye yazar.
Mustafa Paşa‘nın Ürgüp’te olduğunu söylemiştim. Ürgüp, çoğunuzun da bildiği gibi açık hava müzesi gibi bir yer aslında. Mustafa Paşa da Ürgüp’teki bir konaklama merkezi haline gelmiş. Mağaralar ve yeni taş binalar iç içe geçmiş. Yerin üstündeki kadar -belki de daha fazlası- yerin altındaki mağaralarda var. Yerin üstündeki sıcak yapaylığa karşın yerin altındaki soğuk gerçeklik çok vurucu. Yukarısı yaz, aşağısı kış… Burada şimdiden yaz sıcağı hakim olmuş durumda. Herkes t-shirtlerle geziyor. Ama mağaralar öyle mi… kazak lazım, hatta mont giyseniz yeridir. Yeryüzünde kavurucu sıcak, yeraltında dondurucu soğuk… Bu bölgedeki yapılarla ilgili biraz daha bilgi edinmek isteyenler için bu link ilgi çekici olabilir; http://www.mimarlikdergisi.com/index.cfm?sayfa=mimarlik&DergiSayi=39&RecID=800