Mustafa Paşa’da Masalsı Günler
İlk defa bir yazıya nereden ve nasıl başlayacağımı bilemez bir yerde buldum kendimi ve bir masalın içine düştüğümü bu sabah daha iyi anlamaya başladım…
Tanışalı tam yedi yıl olmuştu. Atölyemin (Yolgeçen Hanı) yanındaki apartmanda yaşıyordu Sibel Abla (Radiye Gül), Selda ve Serkan. Serkan’ın filme karşı ilgisi tanıştırdı bizi. Yedi yıl önce, Mesut Kara (sevgi ve saygıyla anıyoruz) ile Yolgeçen Hanı’nda düzenlediğimiz bir sergide tanıştık Serkan’la ve belki de o zaman başladı bu masalın cümleleri yazılmaya. Söyleşiyi izleyen günlerden bir gün, Serkan, yanında iki hanımla birlikte geldi atölyeye. Her ikisinde de dikkatimi çeken ilk şey gözleri oldu. Hani bazı insanlar vardır, hiç konuşmasalar da gözleriyle çok şey anlatırlar, işte bu iki kadın o insanlardandı. Çok şık şapkası ve zarif takıları olan, ister istemez odağı kendisine kaydırıyordu. Duruşu ve bakışından çok güçlü bir kadın olduğunu anlamak zor değildi. Daha sonraki zamanlarda bu kadının (Radiye Gül, Sibel Abla) Serkan’ın annesi olduğunu öğrendim. Diğerinin (Serkan’nın ablası Selda) gözlerindeki naiflikle karışık derinlik, bakanda merak yaratıyordu.
Yanlış hatırlamıyorsam bir söyleşi etkinliğinden sonra Yolgeçen Hanı’ndaki bir resim sergisini gezmeye, belki de benimle tanışmaya gelmişlerdi. İlk cümleler, ilk bakışlar bizi birbirimize yakınlaştırmış olmalı ki ben atölyeye gittikçe görüşmelerimiz de devam etti. Tabii onlar Ankara’da olduğu sürece… Çünkü onlar, senenin yaklaşık sekiz ayı Ürgüp Mustafa Paşa’daki müzelerinde yaşıyorlardı. O nedenle biz daha çok kışın görüşüyorduk.
Serkan bana sık sık müzeden, müzede yapılan etkinliklerden ve gelirsem müzeyi ne kadar çok seveceğimden söz ederdi. Bu Müze, Sibel Ablanın (Radiye Gül) yaptığı “kitre bebek”lerden kurulmuş bir müzeydi. Ankara’da gördüğüm birkaç sergi ve evindeki çalışmalarında gördüğüm bu bebeklerin sergilendiği bu müzenin fotoğraflarını internette görmüştüm. Kaç defa beni de müzeye davet etmiş olmalarına rağmen, çeşitli sebeplerden bu davete bir türlü icabet edememiştim. Oysa bugün, Mustafa Paşa’daki bu konağın önündeki banka oturmuş bu satırları yazıyordum. Bloğumu takip edenler bilir, çok uzun zamandır –pandemiden beri- yazı yazamıyordum. Hiç içimden gelmiyordu. Oysa bu konağa girdiğim andan itibaren o kadar çok duygu üşüştü ki içime, bunları içeride tutamıyordum.
İşte o nedenle mayıs ayının son cumartesisi, saat 7:30’da, taş konağın önündeki bankta güneşe karşı oturmuş kendimi durduramaz bir şekilde yazıyor, aynı zamanda da ısınıyorum :)) Sanırım üzerimdeki üç kat giysiyi de yavaş yavaş çıkartacağım. Zira dün geceyi geçirdiğim ve sabah çok erken saatte uyandığım halde ne yataktan ne odadan çıkabildiğim 170 yıllık taş bina, dışarıdaki yaz sıcağına rağmen oldukça serindi. Üstelik benim yattığım odanın bir duvarı sokağa bakıyor ve sabah güneşi o duvarı yakıp kavuruyorken odanın içinin bu kadar soğuk olması da taşın hikmeti… :))
Müzeyi anlatacağım tabi ama buna da nasıl başlayacağımı bilemedim çünkü kapıdan girdiğim anda çok yoğun bir duygu durumu içinde buldum kendimi. Binanın dış cephesi, girişi, mutfak ilk karşılaştığım mekanlardı ama niye bilmiyorum ben yatak odasından başlamak istiyorum. Belki de şimdiye kadar hiç böyle bir odada, hiç böyle bir yatakta uyumadığım içindir. Lüks seven biri olmadığım gibi, hiçbir zaman böyle prense yatağı gibi görünen bir yatağın hayalini de kurmadım. Ve bu gece içinde uyuduğum yatak bir prenses yatağı gibi görünse de bu yatakta ve bu odada başka bir şey vardı. Demir karyolanın minik zarif süslemeleri, üzerindeki tül, tülün üzerindeki belli belirsiz ama son derece zarif işlemeler ve soğuk demir karyola ile birleşince onu ısıtması… Normal zamanlarda uyanır uyanmaz yataktan kalkar ve güne başlarım. Yatak keyfi yapmak gibi bir alışkanlığım neredeyse hiç olmadı. Ama bu müzede uyandığım ilk sabah, belki yarım saat yataktan çıkamadım. Tepemdeki tüle gözüm takıldı kaldı. Tül yalnızca demir karyolaya sarılmıştı ama başta pencereden süzülen güneş ışığı olmak üzere, perde, duvardaki tablolar ve nişlerdeki ahşap süslemelerle, hatta yatak örtüsüyle bile flört ediyordu. Gece bunların hiçbirine bakmadım çünkü ben çoğunlukla gün ışığı ile görmeyi severim.
Gece yatar yatmaz uyudum desem yalan olur çünkü yatak benim alıştığım yaylı yataklardan değildi. Üzerine yattığım şey yünden yapılmış bir döşekti ve benim alıştığım yataklara nazaran oldukça sertti. Sanırım ilk defa organik bir yatağın üzerinde uyuyacaktım. Taş duvarlı oda da biraz soğuktu. Ama kalın battaniyeler beni çabucak ısıttı ve çok geçmeden derin bir uykuya daldım. Sabah uyandığımda döşeğin sertliğinden dolayı bir tutulurum sanmıştım ama hayır gayet güzel bir uykunun ardından her zamanki saatimde sapasağlam uyandım.
Burada gördüğüm masalsı şeylerin hepsi gerçekti. Demir karyola, tül, tahta mandallı dolap kapakları, kemerli pencere ve o pencereden süzülüp gelen güneş ışıklarının tülle flörtü…
Hemen yazmak istediğim şeyi yazdığıma ve fotoğraflarını da gösterdiğime göre şimdi yolculuğumun başına dönebilirim.
Ankara’dan –simitlerimi de alıp- saat yedi de yola koyuldum. Zaman kaybetmemek için Niğde otobanını kullandım. Üç saat içinde Nevşehir’e varmıştım. Navigasyon -otobanda navigasyona da gerek yok da otobandan çıkınca ne olur ne olmaz diye açmıştım- o ana kadar beni gayet güzel getirmişti. Taa ki beni Mustafa Paşa yerine İbrahim Paşa’ya yönlendirene kadar. Kapadokya’nın o doğal dokusu içinde –ve ona saygılı- evlerden oluşan köyün sokaklarından geçip toprak bir yola geldiğimde artık kaybolduğumdan emindim. Hayatımda ilk defa böyle güzel bir yerde kaybolmanın mutluğu içindeydim. Navigasyona kalsa gideceğim yere dört dakika kalmıştı ama önümde gidecek bir yol kalmamıştı. Kahvaltıya bekleniyor olmasam ve yanımdaki simitlerin kokusu beni de acıktırmış olmasa o kayboluşu biraz daha uzatmak isterdim doğrusu… Sibel ablanın yönlendirmesiyle geri dönüp Ürgüp’e ulaştım ve oradan da Mustafa Paşa’ya. Daha önce fotoğraf çekimine geldiğim bu bölge artık tanıdıktı. Meydandan ara sokaklara geçerek tabelaların da yönlendirmesi ile Mustafa Paşa’daki tek müze olan Kapadokya Sanat ve Kültür Müzesin’e –namı diğer Büyük Sinasos Konağı- vardım.
Müze’nin önünde Sibel Abla, Serkan ve Selda, içerideki mutfakta da güzel bir kahvaltı sofrası beni bekliyordu. Müzeden içeri adımımı atar atmaz, farklı bir dünyanın içine girdiğimi anladım. Bol sohbetli ve lezzetli bir kahvaltının ardından sokağa çıkıp müzeye yeniden sakince girdim. Birkaç saniyede geçtiğimiz girişi ve mutfağa giden birkaç basamağı bile daha sonra sindirerek gezmem dakikalarımı aldı. Artık tüm ayrıntılara bakacak vaktim vardı. Bu eski taş bina 1860’lardan kalmaydı. İnsan böyle eski binaları gördükçe, bizim elli yaşını anca doldurmuş binalarımızın “RANTSAL DÖNÜŞÜM”ünü düşünmeden edemiyor. Onca zorluğa rağmen yüzyılı aşkın süredir dayanmış şimdi de dimdik ayakta duran bu heybetli yapıların yanında, onun yarı yaşından bile küçük, sağlıksız binalarımızın depremlerde nasıl darmadağın olduğunu görmek çok acı. Teknoloji niye var o zaman? Onca bilgi, bilim ne için var? Bu eski taş binaya baktıkça, 1800’lerden daha mı ilerideyiz yoksa daha mı geride diye sormadan edemiyorum. Dün sabah başladığım yazıma, aynı yerde, müzenin önündeki bankta güneşe karşı yazmaya devam ederken bu ve onlarca soru geçiyor aklımdan. Evin kedisi Şahika’nın bile burada, Ankara’daki evinden çok daha mutlu olduğu o kadar belli ki. Ayaklarımın dibinde gerinip duruyor.
Birazdan merkeze doğru gideceğim ve bakalım başka nasıl hikayelerle döneceğim. Ama şimdi size müzeyi gezdireyim biraz. Aslında instgramda fotoğrafları “HEMEN” paylaştım. Malum “HEMEN” olması önemli. NEDEN HEMEN? Ama ben o hemen olayını sevmediğimi anlıyorum. Yazı ve fotoğrafı birlikte harmanlamak daha iyi geliyor bana. Ama daha fazla zaman, daha fazla emek istiyor. Olsuuuunnn. Zaman nedir ki? Biz zamanı nasıl şekillendiriyorsak zaman da bizi öyle şekillendirmiyor mu? Zaman biz varsak var, yoksak o da yok. Değerli olabilecek zamanları yok ederken kendimizdeki değerleri mi yok ediyoruz acaba?