Yutmi

Aysun Sezer

Aralık 25 2010

Yanlış hatırlamıyorsam sene 2007 olmalı. Havuç restorandayız. UMAG Felsefe Grubu ile Öykü Grubu hep birlikteyiz. Dünya şiir gününü bahane etmişiz, şiirler, şiirlere bestelenmiş şarkılar toplayıp bir araya gelmişiz. Sevgili Senem’in organizasyonu. O geceden aklımda kalanlar, Senem’le Coşkun’un o güzel sesi ve sazı, Necla Hanım’ın mum ışığında daha da parlayan, gülen gözleri, ilk defa tanıştığım, şimdi ise çok yakınımda hissettiğim sevgili Berna’nın bana okumam için uzattığı kağıt parçası ile daha ilk defa tanıştığım nice yeni güzel insan… Aysun’la küçük sevimli oğlu da orada tanıştığım güzel insanlardan. Ana oğul yan yana ne hoş göründüklerini düşündüğümü bugün gibi hatırlıyorum.

Size biraz öykü grubunu anlatayım. Öykü grubundaki arkadaşlar, öyküler yazıp, yazdıkları öyküleri birbirleri ile paylaşıyorlar. Bu paylaşımda beni en çok etkileyen şey; gruba gönderilen her öykünün herkes tarafından okunuyor ve yorumlanıyor olması. Bu nasıl bir emektir…? Gerek yazan, gerekse onu okuyarak değerlendiren için ne paha biçilmez bir emek… Böyle bir emek için özel bir sevgi ve özel bir yürek gerekli olduğunu düşünüyorum. Bu emeği ortaya koyan tüm arkadaşları tek tek kutluyorum. Hızı ile insanları yutan, birbirlerine bırakın bu kadar zaman ayırmayı, kısacık mesajlara bile geri dönüş yapacak vakit bırakmayan bu yeni dünyada bu emek ne kadar saygıdeğer, ne kadar değerli…

Öykü grubundan olmamama rağmen o gruptan arkadaşlarım vardı ve bu dört sene içinde Aysun’la değişik ortamlarda biraraya geldik. Aysun ve kız kardeşi Derya’yı daha yakından tanıma fırsatını ise beni de davet ettikleri bir yemekte buldum. Murat Abi ve Berna’nında katıldığı o gece, Aysun ve Derya bizi Lale Restoran’a (Ankara’daki adı Bay Nihat ama benim için hala Lale Restoran… Sen anladın Aysun’cuğum ne demek istediğimi 🙂 ) götürdüler. Bunun başı nasıldı, nasıl ben de o yemeğe çağrılmıştım gerçekten hatırlamıyorum ama o geceki yemeği de unutamıyorum. Orada Aysun’un ve Derya’nın ne kadar mütevazi, ne kadar içten, sıcacık insanlar olduğunu daha da iyi gördüm. Aysun’un sakız likörü, Derya’nın da sakızlı muhallebi tadındaki 🙂 sohbetleri benim için her zaman güzel bir anı olarak kalacak.

Bugün Aysun’un “Panavaroş” adlı kitabının imza günündeydim. Babil kafeyi hiç bu kadar dolu görmemiştim. Benim erken ayrılmam gerektiği de hesaba katılırsa kim bilir benden sonra gelenlerle daha ne kadar dolmuştur. Aysun’cum senin adına ne kadar sevindim bilemezsin. Söyleşi kısmına katılamadığım için içimde kalanları buraya yazıyorum… “Yarım Kalan Öykü” deki Yzok’un, dudakları gibi bir türlü rengine karar veremediği kadının öyküleşemeyen öyküsünü çok sevdim. “Böyle Zamanlar” daki “düş” beni çok etkiledi. O annenin eli, sanki benim saçlarımı okşadı… “Kapı” hikayeni ise merakla okudum. Beni meraklandıran iki şey olmuştu bu öyküde; biri girişte, Bruno Schulz’dan yapmış olduğun alıntıda geçen “Babam, ‘Cansız madde yoktur’ derdi bize, cansızlık yalnızca arkasında bilinmedik yaşam biçimlerinin gizlendiği bir maskedir” sözü ile hikayenin adının “kapı” oluşuydu. Biliyor musun benim de kapılarla sorunum vardır 🙂 Hiç sevmem ben kapıları. Evimdeki kapıların çoğunu söktürüşümün nedeni de odur 🙂 Bununla birlikte, anneannem ve dedemden kalan evin ahşap pencerelerini pvc ile değiştirmem gerektiğinde, söküm işlemi sırasında dökülen gözyaşlarımın nedenini ise sanırım Bruno Schulz’un cümlesi çok güzel açıklıyor…

Aysun’cuğum, gördüğüm kadarıyla güzel bir yolda ilerliyorsun. Kalbim seninle, yolun açık olsun arkadaşım…

Kitapla ilgili çıkan yazılar;

PANOVAROŞ Üzerine

Çukurova Edebiyatçılar Derneği’nce düzenlenen Orhan Kemal Öykü Ödülleri Yarışması’nın 2010 yılı birinciliğini Panovaroş adlı dosyasıyla Aysun Sezer aldı. Birçok dosya arasından titizlikle yapılan seçmeler sonunda birinciliği alan Panovaroş, Ava Yayınları’nca basılıp, Ocak 2011’de, TÜYAP Çukurova Kitap Fuarı stantlarında yerini alarak Çukurova’lı okuyucularla tanıştı.

Çeşitli zamanlarda birçok dergide yayımlanan ve bazıları ödül alan öyküleri olmasına karşın Panovaroş Aysun Sezer’in ilk kitabı. Oğuzhan Özcan’a ait olan kapak fotoğrafı, ilk bakışta suyun yaşamın başlangıcı ve vazgeçilmez kaynağı olduğunu anımsatıyor. Sonrasında ise insanların her şeyi bırakıp yaşamın başladığı noktaya, suya geri dönmek üzere yürüdüklerini düşündüren güzel bir çalışma.

Toplam 14 öyküden oluşan kitap, “Bay Meursault” ile okuyucuya “Merhaba” diyor. Seksenli yılların liselerindeki katı disiplin kurallarına karşın ele avuca sığmayan haşarı kızın “okulun en çalışkanı” ile küçük macerasının disiplin kuruluna taşındığı anları neşeli ve alaycı bir anlatımla aktarıyor. Diğer yandan da yeni okumaya başladığı Albert Camus ve Marquez’in kahraman üzerindeki etkilerini, okuduklarıyla olan biteni ve çevresini özdeşleştirerek, dünyaya kitapların gözüyle bakmayı başaran çok özel bir genç kız resimliyor.

“Sıra sıra atkuyruklarına yengeç kıskacının bakışları zehir üleştirirdi.”  Veya “Gözü uzaklara dikili kendini beğenmişliktir okul binaları.” örneklerindeki gibi,  Aysun Sezer’in betimleme ve imgelerindeki çarpıcılık daha ilk öyküde kendini hissettiriyor.

“Ben, Oğlan Yani Yakup” ince bir sızı gibi başlayıp, öykü ilerledikçe Yakup karakteri bir dramın öznesi oluyor. Çekingen, kendini ifade edemeyen Yakup’un, deney için kurbağa sağladığı laboratuardaki kurbağalarla neredeyse özdeş kimliksizliği, fark edilmeyişi askere gidiş sürecinde de devam ediyor. Yazar diğer yandan, Yakup’un iç sesiyle Güneydoğu’da yaşananlara farklı bir açıdan göz atıyor.

“Erguvan Mevsimi Ya Da Elden Düşme Sözcükler”  deki örtülü trajedi, “Zaman Kayıp Düştü” ve buna ulanan “Leyla’nın Delisi” ile devam ediyor. İki başlık altındaki bu öykünün sondan başlayıp, olayın başlangıcına doğru gidişi, tümden gelim kavramının öyküye ne kadar yakıştığının da bir göstergesi. Birbiriyle bağı öykü ilerledikçe anlaşılan karakterler ve olaylar, tokat gibi bir dramı ve pişmanlık duygusunun yıkıcılığını, bellekten silinmesi zor fotoğraflarla peşpeşe gözler önüne seriyor.

“Modası Geçmiş Bir Hikâye Kişisi” nde ise, öykünün kahramanı bir “hikâye kişisi”. Karmaşık gibi görünse de, geçim zorluğu içindeki bir yazarın, yazdıklarını beğendirebilmek adına kahramanını dönüştürmeye çalıştıkça öykünün kendini yazdırmakta direnişi dikkatli bakıldığında satır aralarında okunuyor. Yan karakter gibi görünen öyküdeki yazarın üretme çabası ve sancıları, değer bulmadığında karşılaştığı düş kırıklığı ve vazgeçişler sergileniyor. Öykü fantastik görünmesine karşın “İşte gerçeğin ta kendisi!” dedirterek ve umudun tükenmemesi gerektiğini hissettirerek noktalıyor kendini.

“Yarım Kalan Öykü” de yine fantastik bir kurgu içerisinde yazarın yaratma öncesi sancıları, ilk doğru sözcüğün bulunması halinde arkasının çorap söküğü gibi geleceği anın beklendiği, ancak bir türlü bulunamadığı o sıkıntılı zamanlar Aysun Sezer’in kendine özgü diliyle ifade ediliyor. Öyle ki, öyküdeki yazar karakterinin yarattığı kahramanlar acımasız birer eleştirmene bürünüp, yazarı adeta yerden yere vuruyor. Her yazarın zaman zaman yaşadığı bu zor yaratma sürecini, fantastik bir kurguyla birlikte öykünün bütününe son derece ustaca yerleştirilmiş olduğunu görüyoruz.

“Kırlangıç Fırtınası” nda ise esinti bekleyen bir kıyı kentinde rüzgârın dilinden anlatıyor Aysun Sezer. Bir yandan bir önceki öyküde sözü edilen “Rüzgâra dönüşecek kadın bu kadın olabilir mi?” sorusu takılıyor kafanıza ve istem dışı bir sayfa geriye döndüğünüzü ve son satırlarda aranırken yakalıyorsunuz kendinizi. Tutunamayan bir insanı usulca, gizlice sevdiğimizde onu yaşama geri gönderecek kadar güçlü olabilmeyi istediğimiz anları görüyor ve “fırtına olmak isteyen bir rüzgâr” gibi hissediyorsunuz kendinizi.

“Gülcemal Vapuru” ve “Yaşlı Adam, Bulut, Öykü” nün de yine birbiriyle bağlantılı olduğu gözlüyoruz. Bu iki öyküde yazar, mübadele zamanlarının acılarına küçük bir not düşerken, yüreklerde belli belirsiz hissettiğiniz sızıyı bırakıp geçiyor. Aysun Sezer, bu iki öyküde de göçmen olmanın köksüzlüğüne ve özleyişle örülen yaşamlara farklı bir açıdan bakıyor.

“Kilise Tepesi Çıkmazı” bir haberle başlıyor. Şüpheli kişi olduğu anlaşılan Kör Salih’le ilgili, üç ayrı kişinin ifadelerini içeren, üç ayrı bölümden oluşuyor. Bölümlerden her biri, bir diğerini beslerken, olaylar ve karakterler de öyküdeki yerlerine, rollerine yavaş yavaş oturuyor. Yazar, insan ticareti gibi önemli ve çağ dışı bir konuyu merkezine alan öyküsünde, tarihi eserlerimizin sahipsizliğine gönderme yaparken, Kör Salih’in ölüsü bulunamadığı için ailesine maaş bağlanamaması örneğiyle olması gereken sosyal devlet anlayışını da sorguluyor. Bütün bunlar öylesine bir sıralama ve ustaca bir kurguyla yapılıyor ki, öykünün kendisi kadar, satır aralarında okunanlar da önem kazanıyor.

“Gâvur İnciri” nde ise okur bir kez daha bir önceki öyküyle bağlantı kuruyor. Odak noktası incir ağacı olsa da, bir önceki öyküdeki harabeye dönmüş kilise ve Kör Salih karakteri görünür gibi oluyor. Tel örgü çekilince korunmaya alındığı sanılan tarihi eserlere bakış ve verilen önem, kilisenin bahçesindeki incirin altına işeyen bürokratların bu eyleminden bir kez daha anlaşılıveriyor. Yazarın mesajlarını direkt olarak değil, şık bir örtünün altında gizlice vermekteki başarısını bu öyküde de gözlemliyoruz.

“Böyle Zamanlar” yine kendi içinde başlıkları olan öykülerden biri. “Gerçek”, “Düş” ve “Hayal” alt başlıklarından oluşan öyküde, olan bitene küçük bir kızın gözleriyle bakılıyor. Öykünün bütününde, bir sis perdesinin ardından 12 Eylül sonrasının didiklenen evlerini, parçalanan, yakılan kitaplarını, işsiz kalan babaları görür gibi oluyoruz. İç içe geçmiş insan manzaraları ve anekdotlarla, gerçeği küçük kızdan saklamaya çalışan aile bireylerinin sıradan bir günü, sahiden sıradanmış gibi yaşamaya çalışmalarının ardında saklı hüzünü izliyoruz.

“Kapı” ya geldiğimizde ise, sanki yeniden bir önceki öyküdeki karakterler canlanıyor. Aysun Sezer, okuyucuya sık sık yaşattığı deja-vu ile sürpriz yaparken, bir yandan da okuyup bitirdiğiniz öyküyü kurnazca canlı tutarak, belleklere yerleşmesini de sağlıyor. “Kapı” da gelenekçi yapı ve kurallara getirilen üstü kapalı eleştiri, bir türlü yerine oturmayan, oraya ait olmadığı her haliyle belli olan bir kapı figürü üzerinden yapılıyor. Yazar, diğer yandan ataerkil yaşam biçiminde kadın gerçeğini, yine satır aralarında, belli belirsiz ama tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.

“Panovaroş” kitaba adını veren ve aynı zamanda kitabın son öyküsü. Varoş gerçeği ve kimi insanların alım gücünün olmayabileceğinin hiç hesaba katılmadığı, etrafımızı saran tüketim çılgınlığını pompalayan reklam baskısına getirilen eleştirinin göze çarptığı bir öykü Panovaroş. Günümüz tüketim gerçeğine, sosyal adaletsizliğe gönderme yaparken, umutsuzca buna son verebilmeyi isteyen bir yazar ve simge olarak kullanılan panoların başrolde olduğu bu kısacık öyküde Aysun Sezer çok şey anlatmayı başarmış.

Aysun Sezer’in öykülerini okumaya başladığınızda zor bir yola çıktığınızı düşünebilirsiniz. Yazarın özgün tarzına, anlatım biçimine, diline alıştığınızda öykünün kendisinin ve geri planda anlatılmak istenenin, önce birbirinden ayrıştığını, sonra tekrar birleşerek bütünleştiğini söyleyebiliriz. Fantastik atmosferlerin aslında bir örtü değil, ışık olduğunu düşünmek olası.

Elinize kalemi alıp, betimlemelerin altını çizmeye başladığınızda, yaratıcılığın sınırlarını zorlayan bir zenginlikte ve tekrardan uzak, birbirinden tamamen farklı olduğunu gözleyeceksiniz. Tümce içindeki sözcüklerin “… erkek kokulu ter kalabalığıydık.” örneğinde olduğu gibi, küçük yer değişiklikleriyle nasıl daha etkili ve çarpıcı olabileceği Panovaroş’ta fazlasıyla yer almakta.

Karmaşık ve fantastik bir kurgu yolunu, okuyucuyu yormak şöyle dursun, gerçeğe aymasını sağlayacak şekilde başarıyla kullanıyor Aysun Sezer. Yaşamın içindeki trajik sahneleri örtülü gibi görünse de öylesine çarpıcı bir biçimde anlatıyor ki, apaçık görebildiğinize şaşırabilirsiniz.

Aysun Sezer öyküde yeni ve özgün bir soluk. Birbirine benzeyen anlatım biçimlerinden, konulardan, kurgulardan sıkıldıysanız, gerçek bir okuma serüveni ve biraz da ders Panovaroş. Önce iyi bir öykü okuyucusu olduğunuza inanıp, sonra kitabın kapağını aralamanız gereken bir şenlik. “İşte, sonunda biri çıktı ve çok farklı bir şey yaptı” dedirten ve kitabın kapağını kapattığınızda okumada doyum hisettiren bir eser.

 (Panovaroş/ Aysun Sezer/ 2010/ Ava Yayınları/ 76 s.)

İlkay Tuna

PANOVAROŞ Üzerine

 

18.08.2011
  1  – 2  – 3  – 4  – 5  – 6  – 7  – 8  – 9  – 10  – 11  – 12  – 13  – 14  – 15  – 16  – 17  – 18  – 19  – 20

Panovaroş’ta gezinti

Yeni bir yazarla tanışmak

Panovaroş, Aysun Sezer’in ilk öykü kitabı ve 2010 Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü kazandı. Kitap, birbirinden farklı temalardan kurulu on dört öyküden oluşuyor.

Berna ÖZPINAR

Kitap raflarına henüz yerleşmiş yeni bir yazarın kitabı sizi nasıl çekebilir? Şüphesiz okumak istediğiniz kitapların listesi uzayıp gider. Sevdiğiniz yazarın yeni ne yazacak diye merakla beklediğiniz kitabı da çıkmıştır. Diğer yanda çok satanlar, popüler yazarlar; gösterişli kapakları, şık sunumları ve büyük yayınevlerinin logosuyla, kitapçıların dışında da marketlerde bile bir şekilde gözünüze sokulur. Mutlaka okunması gerekenler diye size önerilenler de peşinizdeyken yeni yazarın pek de şansı yoktur.

Gazetelerin kültür-sanat sayfalarının ve kitap eklerinin takipçisiyseniz böyle bir kitap gözünüze ilişmiş olabilir. Yine de okurun yeni bir yazara ve onun ilk kitabına ulaşması, kitabını almaya karar vermesi güçtür, merak ve cesaret ister.

Sizleri gezdirmek istediğim ‘Panavaroş’, yeni bir yazarın ilk kitabının adı olan bir şehir. Haritadaki yerini size hemen gösteremeyeceğim ama kitabın arka kapağında ‘Bütün öyküler ruhunu yitirmiş, esintisiz, esinsiz bir şehirde yazıldı’ sözlerinde bizim için epey ipucu var. Aslında reklam panoları ve televizyon ekranlarının gündemi belirlediği, bizi hiç de ilgilendirmeyen onca görüntü ve sesle çevremizi saran bu şehir bizlere çok tanıdık.

Bence öykü tanımının öncelikle gerektirdiği iki özellik, kısalık ve vuruculuk. Panovaroş’taki öykülerin sözü ölçüsünde ve gizi tam kıvamında. Kitaba adını veren ‘Panavaroş’, fiili durumda bir buçuk sayfayı bile kaplamıyor ve çok kısa bir öykü zamanında geçiyor. Öyküde hem yazarın hem de bu şehirde yaşayanların kendine ait bir hikâyesi olamadığı ve şehrin tutsağı oldukları belirtilmiş, siz de okurken reklam panoları üzerinize düşecek korkusuyla her yanınızı televizyon ekranlarının sardığı çıkışsız bu yolun neresinde olduğunuzu sorguluyorsunuz.

Öyküler, bir mesaj verme ihtiyacıyla yazılmamış, bu hemen anlaşılıyor, hatta estetik kaygı fazlasıyla önde ama hepsinde düşündüren bir soru ve sorun var. Bununla birlikte, Panovaroş’u toplumsal öyküler toplamı olarak tanımlamanın yazarın amacını epey aşar bir yorum olacağı fikrindeyim. Güçlü imgelerin süslediği şiirsel bir anlatım kitapta yer alan hemen tüm öykülerin ortak özelliği.

Yazarın çocukluğu ve ilk gençliği Ayvalık’ta geçmiş, öykülerinde bunun izini sürmek mümkün. ‘Gâvur İnciri’, incirin dallarını, kilisenin sütunlarına değdirirken ‘Gülcemâl Vapuru’, yakın tarihin bir yanında mübadele sonrası hayatların birbirine eklenerek büyüyen korku ve kaygılarına şahitlik eden bir öykü.

İnsanın etki altında kalmadan bir şey yapması kanımca mümkün değil. Her yazarın bu anlamda etkilendiği yazarları var. Sezer’in öykülerinde etkilendiği yazarların bazılarını hemen görmek mümkün. Nitekim, kitapta yer alan öykülerden ‘Modası Geçmiş Bir Hikâye Kişisi’, Oğuz Atay’a ithaf edilmiş ve eleştirmenden önce okur karşısına çıkmak için hazır bekleyen hikâyeye dikkat çekiyor. Burada da tıpkı Oğuz Atay’ın ‘Demiryolu Öykücüleri Bir Rüya’ isimli hikâyesindeki gibi yazar okuyucusunu arıyor, bir farkla burada yazar kahramanına bunu söylettiriyor.

Sezer’in öykülerinde, yarı fantastik kurgular gerçek olay örgüleri içerisine yerleştirilmiş. Eve getirildiğinde evin evdekilerin hayatını değiştiren bir kapının, kapamayıp açtığı sorunlar işte böyle ailenin günlük yaşamı içerisinde verilmiş.

Panovararoş’un sakinleri de oldukça çeşitli: İstemediği evliliğe mahkûm edilen kadın, baskıcı ve tek yönlü bir eğitimin yaralarını okuma ve edebiyat sevdasıyla sarmaya çalışan genç bir kız, merdiven başına yaptırılan kapı, kimlik kazanabilmek önemsenmek için askere gitmeyi bekleyen Yakup ve 12 Eylül darbesinin acı izlerini taşıyan karakterler. Bunlar, toplumsal yapının sınırlayıcı ve zorlayan şartlarında okuyucuya sunulurken karamsar olmayıp umuda açılan ancak buruk bir tat bırakan öyküler. Buna kitaptan örnek vermem gerekirse: ‘ Bir avuntu lazımsa yaşanmış bir mayısın erguvan kokusu gelip onu burada da bulmuştur’ (‘Erguvan Mevsimi ya da Elden Düşme Sözcükler’den).

Panavaroş, dili, anlatımı, temaları ile okuyucuyu sürükleyen, öykü türünün gerçekten başarılı örneklerini barındıran bir ilk kitap. Bir solukta okunuyor ama bıraktığı hislerle sizi tekrar yanına çağırıyor. Yazarın, okuyucuya sormak istediği ve sordurduğu sıkıntısı var. Girişte belirttiğim gibi yeni bir yazar tanımak için gerekli merakı uyandırıyor ve bu şansı fazlasıyla hak ediyor.

Panovaroş/ Aysun Sezer/ Ava Yayınları/ 80 s.

“Aysun Sezer” için 4 Yorum

  1. Necla Diyor ki:

    Toplantımla aynı saate denk gelen kaçırdığım saatleri senin satırlarınla yaşamaktan mutluyum.
    Öyküye gönül vermiş tüm arkadaşların kendi ışıklarıyla patikaları, engelleri aşmalarını diliyorum.
    Bu da benim yeni yıl mesajım olsun:-)

  2. senem Diyor ki:

    Sevgili Aysun’un öykülerini kitaplaşmadan önce de gözlerim büyüyerek, severek okumuştum. Şimdi kitap bütünlüğü içinde bambaşka bir dünyanın kapılarını araladılar.
    Sayfaların arasında denizin sesi duyuluyor, artık fırtına olamayan rüzgarın hüznü esiyor, kurbağalar zıpladıkça; Yusuf’un yok Yakup’un düşlerinden parçalar sıçrıyor, yapış yapış bir acı siniyor üzerimize, sonra kendimizi ilk defa, sözcüklerle aramıza çektiğimiz incecik çizgide yürürken seyrediyor, keyifleniyoruz, Leyla’nın delisiyle oturup hayalet bir vapurun ışıklarını bekliyoruz; beklemek bir gavur inciri büyütüyor içimizde, bir kapı yaptırmalı diyoruz, içimize sığmayan dallara, yapraklara, incirlere…
    Aysun’cum nice kitaplara…
    Uçlarını sivrilttiğin kurşun kalemlerin hiç eksik olmasın.

  3. Aysun Sezer Diyor ki:

    Senemcim ne güzel yorumlar bunlar, çok teşekkür ederim. Sevgiler.

  4. Aysun Sezer Diyor ki:

    Teşekkürler Necla Hanım, sizi tanımak benim için çok mutluluk verici, sevgiler.

Yorum Yazın