Yutmi

AŞK

Ocak 02 2013

“Ruhumun demirhanesinde; ırkımın yaratılmamış bilincini işlemeye gidiyorum”

Stephen Dedalus/ Aşk ve İrade /Roll May

Senenin ilk filmini, senenin ilk günü izledim. Filmin adı “AŞK”. Yönetmen Michael Haneke. Başrol oyuncuları Jean Louis ve Emmanuelle Riva… Bu üç ismin altını çize çize yazmak istiyorum çünkü her biri, benim hayatımın bu döneminde benim için birer öğretmen, birer yol gösterici ve onaylayıcı oldu. Filmin -konusu ve zamanı itibariyle- karşıma çıkışı beni ciddi anlamda şaşırttı. Bu filmi 3 ay önce izlemiş olsaydım bambaşka duygularla ve bambaşka düşüncelerle izleyecektim. Çünkü tam üç aydır, bu filmde yaşananlar, benim de çok ama çok yakınımda yaşanıyor. Hem de bire bir… Olay aynı ama, yaşanalar, yaşayanlar, ve yaklaşımlar çok farklı. İşte bu yüzden ben bu filmi bir film izler gibi değil, bir dersi dinler gibi dinledim ve izledim… Evrenin öyle güzel mesajları var ki biz insanlara, keşke hepimiz bu mesajları görme duyargalarına sahip olabilsek… Ben herkesin ama herkesin bu filmi izlemesini isterim. Belki kendi yaşamınızdan izler bulursunuz, belki de böyle bir şeyle hiç karşılaşmamışsınızdır bilemem ama evren bu filmle hepimize bir mesaj iletmiş, ben buna inanıyorum. Herkes kendi payına düşen mesajı “doğru bir şekilde” alabilirse ne mutlu…

Bu film, gerçek aşkın ne demek olduğunu öyle güzel anlatıyor ki… Bu filmde bakışmalı-koklaşmalı, sevişmeli-dövüşmeli, ayrılmalı-kavuşmalı türden bir aşk hikayesi izlemiyorsunuz. Bu filmde de sevgiliye mektuplar yazılıyor ama o alışılageldik aşk mektuplarından değil… Burada da sevgilinin eli tutulup ona hayat hikayeleri anlatılıyor ama nedeni sevgiliyi kendine daha da aşık edebilmek için değil… 24 Şubat’lar, kalpli yastıklar, süslü sözler, edalı bakışmalar, işveler, cilveler, kadınsı oyunlar, erkeksi tavırlar… Bu filmde hiç ama hiçbiri yok.

Yazının bu kısmından sonra kendi düşüncelerimi de katarak filmle ilgili kısa bir özet geçeceğim filmi henüz izlemeyip, izleyecek olanlar dilerse devam etmeyebilir (Dido’cum bunun geçen sefer işe yaradığını söylemişti o nedenle bu sefer de bu uyarıyı yapmak istedim 🙂 ) Bununla birlikte sonlara doğru turuncu ile yazılmış cümleler ve karikatürler bulacaksınız. Belki ilginizi çeker. Özellikle filmden önce ve/veya sonra 🙂

*   *   *

Bu filmde, 80 yaşlarına gelmiş, birlikte huzurlu ve mutlu bir yaşam sürdükleri anlaşılan iki insandan birinin başına gelen bir hastalık ve bu hastalık ile beraber gelişen süreci izliyorsunuz. Hastalığın ilk ortaya çıkışı, kadının ameliyattan sonra sağ tarafının kısmen felç oluşu, çiftin bu durumu kabullenme ve onunla yaşama devam etme çabaları. Kadının metaneti, adamın sakin ama duyarlı yaklaşımı… Adamın sevdiği kadının her an yanında oluşu, onun ihtiyaçlarını karşılarken onun gururunu kırmamak için elinden geleni yapışını anlatıyor.

* * *

(Bir insanın yanında olmak; işte bu kavramı bu filmle birlikte yeniden sorgulayabilirsiniz. Bir insanın yanında olmak demek, her an onun yanı başında olup, onu kendi başına yiyebilecekken yedirmek, kendi başına kitap okuyabilecekken ona kitap okumak veya kitap okuması için onu teşvik etmemek, tavla oynayabilecekken ona hasta muamelesi yaparak tavla oynamamak demek değildir. Hasta bir insanın yanında olmak, ona acıyan gözlerle ve sözlere bakıp, herşeyden aciz insan muamelesi yapmak değildir!Bir insanın yanında olmak, o insanın acizliği nedeniyle yaptığın fedakarlıkları yedi düvele ilan etmek demek değildir.

Bu kavrama sağlıklı bir insan için de bakabiliriz. Sevgilimiz, sevdiğimiz adı her ne ise birisi olsun hayatımızda. Onun yanında olmak demek, acaba onunla aynı evi paylaşmak, onunla aynı masada yemek yemek, onunla aynı yatakta uyumak demek midir? Birinin yanında olmak ne demektir?  )

* * *

Filmdeki adamın, böyle bir zamanda, yakınlarında olmayan kendi öz kızından bile bir beklentiye girmeden, ona en ufak bir sitemde bulunmadan karısına bakması… Kadının herşeye rağmen hayata asılışı… Ve ancak gerçekten bu kadar aşkla seven bir kişinin göze alıp yapabileceği bir şey yapması -ki bunu da söylemeyeceğim zira yazıyı merak edip devam eden olduysa filmin sonunu öğrenir- …

Filmde beni en çok etkileyen şeylerden biri de karakterlerin soğuk ifadeleriydi. Film sırasında çok az sıcak bir gülüş veya bakışık görebiliyorsunuz. Bu da çok ilginç ama üzerinde konuşulası bir durum bence. Bu soğukluk filmi daha izlenebilir bir hale getiriyor belki kim bilir. Çünkü konu oldukça acıtıcı. Bu da yönetmenin ajitasyona bu kadar açık bir konuyu ne kadar başarılı bir biçimde ele aldığı gösteriyor bence.

Aslında bana göre filmin tamamı çok etkileyici, her sahne de ayrı bir detay var. Bununla birlikte bir şey daha vardı filmde beni etkileyen; o da adamın 2.bakıcı kadına “seninle tartışmayacağım, nasılsa anlamayacaksın” demesiydi. Ve 2.bakıcı kadın, adama küfür etmesine rağmen adamın ağzını açıp da tek kelime etmeyişiydi.

Bu çok özel filmi izlemenizi ve tüm kavramlarınızı gözden geçirmenizi diliyorum.

Keşke imkanım olsa da sizlerinde bu filmle ilgili düşüncelerinizi öğrenebilsem… Çünkü farklı yaşanmışlıklarımızla, her birimiz bambaşka çıkarımlar yapabiliriz bu filmden. Zira film öyle gerçek ki…

*  *  *

Yazımın sonuna birkaç söz, bir kaç çizgi eklemek istedim;

“Yaşamdaki en büyük ıstırap, ifade edemediğin zaman, iletişim kuramadığın zaman, paylaşamadığın zamandakidir.”  / Osho/ Sevgi

“Metanet ve katılaşma iki farklı şeydir” / Etty Hillesum/Büyük Erdemler Risalesi / Andre Compte-Sponville

“Bu ten onun mu yoksa benim mi? Bir tende iki can olmak bu mu?” /Mucize Özünal /Aşk zamana Doğar

“Yalnızca içte olan yakındır; başka herşey uzak.” / Rilke, DIE INSEL /Uzak / Oruç Aruoba

“Gözlere sahip olmak görmek demektir ama aynı zamanda sadece görmek demektir. Görüşün bir erimi, kısıtlı bir alanı vardır. Ufkun ötesinde görünmeyen şeyler vardır. Sonuç olarak göz sadece bir görme aracı değil, aynı zamanda görmeye bir engeldir de” / Vladimir Jankelevitch / Ölümü düşünmek

“Ahlak felsefecilerinin görevi, insana bu görüşlerden hangisini benimsemesi gerektiği konusunda emir vermek değildir. Onun görevi, sözkonusu olan sorun ve değerlerin ne olduğunu varılan farklı sonuçlar arkasında yatan kanıt ve karşı görüşleri incelemek ve değerlendirmek, çelişen yaşam biçimlerini açığa kavuşturmak, yaşamın amaçları ve bu uğurda ödenmesi gereken bedel hakkında yardımcı olmaktır. En son aşamada, insanın kişisel sorumluluk yüklenmesi, doğruluğuna inandığı şeyi yapması gerekmektedir.”  / Isaiah Berlin / Yeni Düşün Adamları

   

Bu filmi izleyen ve izlemeyen herkes için bu sözler, karikatürler ve alıntılar filmle bağlantılandırılamayabilir. Tüm karikatür, yazı ve alıntılar ancak benim iç dünyamın bir parçası olarak bu filmde bir anlam kazanmaktadır. 🙂

 

“AŞK” için 23 Yorum

  1. aynur Diyor ki:

    Başak’cım filmi öyle bir anlatmışsın ki hemen gidip göresim geldi. Ancak daha izmir sinemalarına gelmemiş. İnşallah gelir . Bakalım ben filmi nasıl değerlendireceğim.

  2. Zehra Diyor ki:

    Başakçım, yeni yılın ilk “yutmoğraf buluşması”nda merhaba 🙂 O kadar güzel anlatmışsın ki filmi çok merak ettim. Haneke’nin filmleri sarsıcı oluyo zaten, bu da farklı bir sarsıcılıkta anladığım kadarıyla… Umarım izleme şansım olur bir gün..Karikatürleri de yazdıklarınla beraber değerlendirince çok anlamlı buldum; hepsi önemli noktalara parmak basıyor. İnsanın, yaşadıklarına paralel şekilde karşısına çıkan bu doğal “ders” olanakları da evrenin güzel bir hediyesi olsa gerek…

  3. nursan esen Diyor ki:

    BAŞAK listemde bu film vardı. Senin bu yazından sonra listenin başına aldım.

    Çevremde yaşanıyor demişsin…acaba benim tahmin ettiğim kişiler mi?

  4. Ş.A. Diyor ki:

    Haneke nin funny games den beri hastasıyım, benny videosundan itibaren tüm koleksiyonu var. Şiddeti hep gösteren bir yönetmen olarak bu filmdede göstermiş. Yaşlı adamın davranışlarını fransız kültürü içierinde değerlendirirsen onlara göre normal bize göre anormal olmakla birlikte , başka toplumlarda farklı yaşayışlar olacaktır. Ama değişmeyecek tek şey, hastaya acınarak bakılmamasıdır, en geri toplumlarda bile böyledir. Faşist düşüncelerin başlangıcını anlattığı beyaz bant ta da aynı duygular vardı. Sonuç en iyi filmi değil ama farklı bir haneke seyretmek güzeldi..

  5. basak Diyor ki:

    Gelen bir uyarı üzerine yazımda bir düzeltme yapıyorum; sevgililer günü 24 değil 14 Şubat’mış 🙂

  6. BERNA ÖZPINAR Diyor ki:

    Yılın ilk günü, ilk filmi…
    Nerelere götürdü, neler neler düşündürdü…
    Sevgi, buluta dönüşen suya benzer; gökyüzüne yükselir ve herşeye uzaktan bakabilir; ama bir gün yeryüzüne inmek zorunda kalacağının da bilincindedir. P. Coelho

  7. berna Diyor ki:

    başak cım ,
    yine bir çırpıda okudum yazını soluksuz ve kana kana….
    aşk artık modern zamanda o kadar yok ki , o kadar samimi aşk duygularını yitirdik ki belki karşımıza çıksa bile o gerçek aşk mıydı değil miydi diye kuşkuyla yaklaşmaya ve tanım yapmaya çalışıyoruz kendi içimizde. filmi bugün hemen izleyeceğim … yorumumu sonra yazacaktım aslında ama yine yazını okuyunca dayanamadım iki satır yazmak istedim…

    sevgiler

  8. servet Diyor ki:

    Kadın, bana Elsa Triolet’i hatırlattı Başakcığım,
    İnsanın sevgisi karşılık buldukça, böyle aşklar yaşanacaktır, biliyorum.
    Yoksa Aragon bu şiiri nasıl yazabilirdi…
    Sevgilerimle.

    ELSA’NIN GÖZLERİ

    Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de
    Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm
    orada bütün ümitsizlikleri bekleyen ölüm
    Öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde

    Uçsuz bir denizdir bulanır kuş gölgelerinde
    Sonra birden güneş çıkar o bulanıklık geçer
    Yaz meleklerin eteklerinden bulutlar biçer
    Göklerin en mavisi buğdaylar üzerinde

    Karanlık bulutları boşuna dağıtır rüzgar
    Göklerden aydındır gözlerin bir yaş belirince
    Camın kırılan yerindeki maviliğini de
    Yağmur sonu semalarını da kıskandırırlar

    Ben bu radyumu bir pekbilent taşından çıkarttım
    Benim de yandı parmaklarım memnu ateşinde
    Bulup yeniden kaybettiğim cennet ülke
    Gözlerin Perumdur benim Golkondum, Hindistan’ım

    Kainat paramparça oldu bir akşam üzeri
    Her kurtulan ateş yaktı üstünde bir kayanın
    Gördüm denizin üzerinde parlarken Elsa’nın
    Gözleri Elsa’nın gözleri Elsa’nın gözleri.

    ARAGON

  9. senem Diyor ki:

    🙂 Benim zaten her daim karışık olan kafam filmden sonra iyice karıştı. Aklımda Oscar Wilde’ın
    “Herkes öldürür sevdiğini” dizeleri… Bu filmdeki çiftin zaten daha önce birbirlerini birbirlerinde öldürdüklerini düşündüm ben. Bütün o kapalılık, birbirlerinden başka kimsenin içeriye kabul edilmemiş olması, kendilerinden başka her şeye karşı mesafeli duruş… (Belli ki kadının hastalığından önce de durum pek farklı değildi. ) Bu durum hastalıkla beraber iyice belirginleşti. Adamın kızı görmesin diye karısının kapısını kilitlemesi, onu herkesten sakınması, karısının gururunun incinmesini önlemek amaçlı olabilir ama buradan başka anlamlar da çıkabilir mi?
    Filmi izlerken hayat bana da çok uzun geldi. Ve kadının dediği gibi “acıyor!”
    Sevgiler…

  10. basak Diyor ki:

    Senem’cim,

    Sen de farklı bir açıdan bakmışsın filme. Zaten bu hayat böyle işte, her ne kadar aynı resme bakıyor olsak da çıkarımlarımız farklı oluyor. Adamla kadının -sanırım biraz da Avrupalı oluşlarından kaynaklı- soğuk ve mesafeli bir duruşları vardı. Akdeniz insanı gibi olmadıkları kesin. Eşini kızından sakınmak ve saklamak için mi görmesini istemiyordu yoksa kızının bu çaresiz durumdaki annesini görüp üzülmesini mi istemiyordu, ya da kızının kendisini ve yaşadıklarını yargılayacak bir tavır içerisine girmesinden mi korkuyordu hiç bilemeyiz. Çünkü film bu tip ipuçları vermiyor bence. Hatta kızı en son duruma isyan edip “konuşmamız lazım baba” dediğinde adamın kıza gayet sakin ama kesinlikle suçlayan bir tavır takınmadan verdiği yanıtı hatırlıyor musun? Bütün bir günü karısı ile birlikte nasıl geçirdiğini anlatıp ( en ufak bir yakınma sezmedim ben o konuşmada ), daha sonra da kızına “peki neyi konuşacağız? anneni alıp sen mi bakacaksın ya da bakım evine yatırmamı mı isteyeceksin? Ben anneni bakım evine yatırmayacağım.” dedikten sonra “evet şimdi ne konuşacağız” dedi ve ikisi de sustular.

    Avrupalı’nın yabancılaşmasını, aile bağlarındaki zayıflığı bu filmde hissediyoruz. Ve tabii bence bu çift, filmde onu da sembolize ediyor olabilir. Bununla birlikte Akdeniz insanına baktığımızda da herkesle iç içe fakat bununla birlikte dejenere ilişkilere, bir hastalık halinde hastaya yaklaşımdaki çarpıklığa da rastlamak çok mümkün. Örneğin; aslında çok fazla ziyaret edilmemesi gereken bir hastayı zırt pırt ziyaret etmek, hijyen ve sağlık kurallarına dikkat etmemek, saatlerce hastanın yanında kalıp onu yormak, küçücük hastane odalarına veya yatak odasına farketmez bir kamyon dolusu insanın sığışmaya çalışması, adamın tutan eline de tutmuyormuş muamelesi yapıp (güya onu seviyor ve ona bakıyor ya) yedirmesi içirmesi, o adama “sen hastasını” gün içinde defalarca sözle değil ama hareketleri ve tavırları ile belli etmesi… Yazarım ben bunu daha satırlarca yazarım… Görüyorum çünkü.
    Ayrıca canım acıyor dediği şey de bana ;Osho’nun sözünü hatırlatıyor “Yaşamdaki en büyük ıstırap, ifade edemediğin zaman, iletişim kuramadığın zaman, paylaşamadığın zamandakidir.” O yaşları sağlıklı yaşasaydı yine acıyor der miydi acaba? -Ki yönetmen, o ana kadar mutlu veya mutsuz olduğunu çok işlenmemiş-. Öğrencisinin konserini büyük bir gurur ve mutlulukla izliyor ve herşey ertesi gün kahvaltı sofrasında başlıyor.
    Dediğin gibi film, üzerinde uzun uzun konuşulabilecek ve oldukça kafa karıştırıcı bir film. Ama iyidir kafanın karışması, hiç karışmamasından… 🙂

  11. senem Diyor ki:

    Aslında demek istediğim aile bağlarındaki zayıflık ve yabancılaşma değildi. Bu da ayrıca tartışılabilir bir konu:) Bizdeki hastaya yaklaşım ve duyarlılıklar konusunda film çok güzel dersler veriyordu, o başka. Bu çiftin o ana kadar mutlu mu mutsuz mu olduğunu da bilemiyoruz. Söylemek istediğim bu iki insan arasındaki ilişkinin ya da aşkın onları birbirlerinde eritmiş olduğu, bir insanın bir başkasının her şeyi olması… Bu onları mutlu etmiş olabilir ama bana bu duygularda hep tehlikeli bir yön varmış gibi gelir. Asıl garip olanı, ideal aşkı da hep böyle tanımlarız değil mi, bir elmanın iki yarısı olmak, eksik kalan diğer yarımızı bulmuş olmak!
    Osho’nun sözüne gelince, filmde adamın nihai kararını verdiği sahneden hemen önce anlattığı bir çocukluk anısı vardı. Çok sıkıldığı kamptan kurtuluyordu ama bu defa difteri olup karantinaya alınıyordu ve annesine camın ardından sadece el sallayabiliyordu. Son sahnede de karısı yanında ama ona sadece çok uzaktan, bir sisin ardından el sallayabiliyor. Bu gerçekten çok acıtıcı. Yani Osho’nun sözünde bir haklılık payı var.
    Kadın sağlıklı yaşasaydı yine de acıyor der miydi?Bilemiyorum. Kadın eski fotoğraflara bakıyor ve hayat gerçekten çok fazla uzun diyordu ya! Hayatın fazla uzun olduğunu hissettiğin yerde acımaya başlamışsın demektir galiba, bu bazen çok gençken olur bazen yaşlıyken bazen de hiç olmaz:) Dedim ya kafam çok karışık diye…
    Öptüm.

  12. servet Diyor ki:

    Arkadaşlar filmi en kısa zamanda seyredeceğim.
    Afişten, Elsa ile Luis veya benzeri efsanevi bir sevgi sağanağı bekliyordum, yanılmışım.
    Filmi seyreden iki kişinin de kafası karman-çorman olduğuna göre bu pilav çook su kaldırır.
    Hani bir barda iki İrlandalı yumruk yumruğa kavgaya tutuşur. Üçüncü İrlandalı fırlayıp gelir, araya girer ve , – Arkadaşlar özel değilse ben de katılabilir miyim?

    Sevgilerimle.

  13. senem Diyor ki:

    🙂 Filmi izlemeyenlerin kafasını iyice karıştırdık galiba!
    Servet Bey filmi izledikten sonra düşüncelerinizi çok merak ediyorum. Paylaşın olur mu?
    Sevgiler…

  14. aysun Diyor ki:

    Başakcım filmi çok iyi değerlendiren bir yazı olmuş. Aşağı yukarı ben de seninle aynı düşünceleri paylaşıyorum. Ama yine de film birçok farklı yoruma açık. Bu da neden bu denli etkilendiğimizin göstergesi sanırım. Filmden sonra doğrusu benim de kafam epey karıştı ama en çok etkilendiğim adamın kararı. Zor kararlar vermek, tartışmaya açıktır ve insan böylesi kararlar verirken aslında ne denli savunmasızdır. Kendi içine çekilerek sadece kendi sesini dinlemesi gereklidir. Filmde bu duygu da başarıyla hissettiriliyor seyirciye. Bir de senin sözün takıldı aklıma, “birinin yanında olmak ne demektir?” üzerinde çok düşünülmesi gereken bir soru.
    Hayattaki tam zamanında gelen mesajlar, bunları fark edebilecek farkındalık düzeyinde olabilmek çok önemli bence de. Gerisi kendiliğinden gelir zaten.
    Filmle ilgili yazdıkların ve düşüncelerimizi paylaşbileceğimiz bu fırsat için teşekkürler.

  15. Onur Diyor ki:

    Hımm. Gitmeden önce de, filme gittikten sonra da Aşk’ın klasik anlamda aşkı anlatacağına, aşk güzellemesi yapacağına ihtimal vermedimdi. Tabi herkes farklı şeyler algılayabilir, sanat ürününün başarısı bu. Burda Haneke’nin bir söyleşisini okusak filmle ilgili belki daha netleşir ama gerek de yok öte yandan. Bence biraz yönetmeni de tanımak lazım anlamak için.

    Senem’in dediği o iki başınalık bence de rahatsız edici. Çok fazla birbirlerine aitler, çocukları bile çok dışarda. Bu sıkıntılı bir durum.

    Başak’ın yanında olmak ne demek? sorusu da çok su götürür. Düşünmeli.

  16. Onur Diyor ki:

    Aha buldum. Bakın ne demiş:

    Ayrıca kendi filmleriniz hakkında en ufak detay üzerine bile bilgi vermiyorsunuz. Bunu niçin reddediyorsunuz?

    Çünkü bu sayede izleyicinin yorumlama alanını kısıtlarım. Film izleyicinin huzuruna sunulur. İzleyici de ona sunulanla bir şeyler yapabilir. Eğer ben ona nasıl anlaması gerektiğini söylersem o da doğal olarak benim sözde bahsettiğim şeyle yetinecektir. Bana kalırsa yazarın kendisi dahi her şeyin ne anlama geldiğini tek seferde bilemez. Benim üzerime yazılmış elli veya daha fazla tez var. Benim nasıl düşündüğüme dair yazılan bu tezleri çok komik ve şaşırtıcı buluyorum. Bu durumu üretkenliğin önünde bir tehdit olarak görüyorum. Benim filmlerim sorular soruyor ben eğer aynı zamanda cevaplar da verirsem bu filmim için zarar verici olur.

    Film hakkında ipucu vermiyor ama merak edenler için tamamı burda:

    http://biletsiz.com/ask-uzerine/

  17. Caner Şener Diyor ki:

    Einstein’a göre insanlar ikiye ayrılır: iyi insanlar ve kötü insanlar… İyi insanların her yaptıkları “doğrudur” sonucunu çıkarmak ve hatta davranış tarzını kuralmış gibi uygulamaya kalkmak yanıltıcıdır, büyük bir ihtimalle yanlıştır… Hatta insanın alter egosunu güçlendirerek kişiliğinin gelişmesini engelleyici, davranış “doğruluğunu” veya uygunluğunu köreltici, özgün olmaktan uzaklaştırıcı arızalara sebep olur…

    Bir filmi veya her hangi bir eseri algı kapasitemiz oranında algılar, yaşamışlık ölçütümüzle özdeşleştirir, analitik zeka seviyemizle mantık süzgeçinden geçirip, duygusal hassasiyetimize göre “doğruluğuna” veya uygunluğuna karar veririz… “İyi insanlar” kümesinden bakacak olursak, her yorum ve uygulama geçerlidir, çünkü kötülük düşünülmemiştir…

    “Doğruluğun” yorumu görecelidir, daha doğrusu, insana hastır. Kişiliğin gelişmiş olması doğruluğunun reytingiyle değil, özgünlüğüyle ölçülür. Davranış veya tavır “kopyalamak” özgünleşebilmenin engelidir… Özgün olamayan kişilikler de daha iyi bir davranış tarzını üretmekten yoksun olacaklarından dolayı, monoton, kalıplaşmış, yerinde sayan hayat tarzları oluşturma tehlikesi içerir…

    Özgün olun, e mi!?..

    ps: (bütün cümlelerin başına “bence” eklerseniz ben de kendimi özgün hissederim) 🙂

  18. Fulya Uzer Diyor ki:

    Başak’cığım. Bu filmi görmek istiyordum, şimdi daha çok istiyorum. Yazının başını okudum ve sonrasını filmi izledikten sonra okuyacağım. Teşekkürler.
    FULYA

  19. elif Diyor ki:

    Amour yılın en iyi filmi seçilmiş. Bu da bir başka haber. Sevgiler.

    http://www.ntvmsnbc.com/id/25411703/

  20. hakan Diyor ki:

    Merhaba;
    Size epey süredir dönemedim. Kusuruma bakmayın lütfen. Film üzerine yazdığım eleştiride belki de bahsetmediğim(iz) en önemli konu kendimize dair duyumsadıklarımız olsa gerek.Kendimi hep George’un yerine koydum izlerken. Sonra Anne’nin yerine koydum. Sonra bir hekim sonra da Pamuk Prensesimizin oğlu olarak baktım. Anlamaya çalıştım. İnsanoğlu herşeye tam anlamıyla(ne demekse) hazırlıklı olamaz. Savaşlar, afetler, ve elbette hastalıklar insanlığı(mız)ın sınandığı durumlardır aslında. Çok yaşlı bir hastamız güç bela randevu alıp muayene olduğu profesörün yazdığı ilaçların hiçbirini kullanmadı. Nedenini sorduğumuzda “bana bir kere bile bakmadı” demişti. Sana baktı, muayene etti dediğimizde “benim gözlerime bir kere bile bakmayan adamın yazdığı ilaçları kullanmam ben” dediğinde ona verecek hiçbir cevabımız yoktu. Çünkü doğru söylüyordu.
    Sizin pek çok yorumunuza katılıyorum ancak herhalde benim için final asla kabul edilemez.
    Sevgi ve saygılarımla. Dr Hakan Boz

  21. basak Diyor ki:

    Cannes’da İki Altın Palmiye kazanan Avusturyalı yönetmen, kendisini “Amour”a götüren uzun kişisel ve entellektüel yolculuğunu anlatıyor.
    Amour filminin otobiyografik bir deneyimden doğduğunu biliyoruz. Bu filmde sizin yaşantınızdan ne olduğunu biraz açıklayabilir misiniz?

    Hayran olduğum yaşlı bir kadının yanında büyüdüm, beni yetiştiren de odur. 80 yaşında kansere yakalandı ve bu dayanılmaz bir durumdu, çünkü sevdiğiniz bir insanın acı çektiğini görüyorsunuz ve daha kötüsü elinizden hiç bir şey gelmiyor. Hayatımda daha önce hiç o kadar büyük bir acı çekmemiştim. Bunun gibi anlarda her şeye büyük bir öfke duymaya başlıyor insan. Sonunda iyileşti gerçi ama 93 yaşında intihar etmek istedi. Onu baygın bir halde buldum. Hemen yardım çağırdım ve hastanede kendisine geldiğinde, bana “Bunu neden yaptın?” diye sordu. Bana kızmıştı. 2 yıl sonra, ben bir festivaldeyken, tekrar intiharı denedi ve o zaman vefat etti. Tahmin edebileceğiniz gibi o an bunu bir senaryoya dönüştürme gibi bir arzum yokru, ne var ki bir gün, aradan yıllar geçtikten sonra, bir fikir gelir, tam bir fikir değil de daha çok ifade etmek istediğiniz bir duygu…

    Sanki bir filminizde kendinizi bu kadar açık yüreklilikle ilk kez ortaya koyuyormuşsunuz gibi geliyor. Ne dersiniz?

    Filmlerim, her zaman beni sinirlendiren, hatta öfkeden çıldırtan şeylerden doğar. Ancak, daha doğru ifade etmek gerekirse, şimdiye kadar yazıp yönettiğim bütün filmler, tam anlamıyla anlamadığım bir şeylerden yola çıktı. Örneğin, Beyaz Bant, sarışın çocuklardan oluşan bir koro üzerine bir film yapma arzusundan doğdu. Bu fikre nerden kapıldığımı da bilmiyordum. Zamanla, fikirler ve olaylar kafamda birikmeye başladı, hikaye zenginleşti ve yavaş yavaş Stendhal’in aşk üzerine bir denemesinde de söylediği gibi, bir anlamda kristalleşme fenomeni dediğimiz şey ortaya çıktı ve her bir parça, bütündeki yerini bularak anlam kazanmaya başladı.

    Bu senaryoda sizi en çok zorlayan şey neydi?

    Benim için, böyle bir senaryo karşısında iki büyük tehlike söz konusuydu : duygusallık ve acıma. Bu denli ciddi bir meseleyi eğer yanlış bir tarafa çekerseniz, bu denli önemli ve evrensel bir konuda çuvallarsınız.

    Buradaki sınır çizgisi oldukça ince, çünkü ne de olsa duygu ve hislerin önemli yer edindiği bir mevzu…

    Ancak duygusallık, tamamen farklı bir şey, duygusallık aslında sahip olmadığınız bir hassasiyetin varmış gibi yapılması demek. Kitsch gibi, yani yanlış bir çıkarım. Sonuçta her şey ölçülü olmaya bağlı. Duygusal olmanız bazı şeylere karşı hassas olduğunuz anlamına gelmiyor, bu ikisini birbirine karıştırmamak gerekir !

    Bu her şeyin söylendiği yahut açıkça gösterilmek istendiği bir film mi?

    Umarım öyle değildir, her şeyin söylendiği bir film ölüdür. Olabilecek en güçlü şekilde sorular sormalıyız, ancak yanıtlar vermeye çalışmak yersiz, çünkü öncelikle böyle cevaplar yok. Kendi alanlarında, politikacılar ve bilim insanları bu türden cevaplara sahip olabilirler tabi ki, ancak sanatta soru ne olursa olsun cevabı bildiğini iddia etmek abesle iştigaldir. Bir durumun birbiriyle çelişen karmaşık doğasına en uygun şekilde yaklaşmaya çalışmalıyız ve bunun ötesinde de yoruma alan açmalıyız, böylece film ekranda izlenip tüketilen bir şey olmaktan çıkar ve aklımızda, kalbimizde ve hatta içimizde serüvenine devam eder.

    Ancak her şeye rağmen, uyguladığınız metodu değiştirmişe benziyorsunuz, ilk filmlerinizde olduğu gibi resmi bir aygıtın aracılığına başvurmadan yola devam ediyorsunuz bu kez…

    Zamanında şüphe yok ki Bresson’dan çok fazla etkilenmiştim oysa ki bugün daha ziyade Çehov’dan yanayım. Bu bir çelişki değil, esasen bir çok ortak yanları var…

    Bresson, Çehov… Gençken hayranı olduğunuz sanatçılara hala sadık mısınız peki ?

    Hem evet hem de hayır. Gençken bütün klasikleri okumaya heveslenirsiniz, daha sonra anlayışınız yahut hassasiyetiniz gelişir. Geçtiğimiz yıl, Savaş ve Barış’ın yeni bir çevirisi yayınlandı. Romanı 25 yaşımdayken okumuştum, ancak o dönemde Dostoyevski hayranıydım, ve Tolstoy benim için daha doğacıl ve didaktik, ağır filan bir romancıydı. Kitabı aldım ve bütün görüşmelerimi iptal edip neredeyse nefes almadan okudum. Değişen bendim, kitapsa aynı kalmıştı.

    Genç bir adam olduğum günleri hatırlıyorum. 16 yaşımdayken Julien Duvivier’in Marianne De Ma Jeunessefilmini görmüş ve bir yatılı okulda geçen, şatonun birinde bir karşılaşmayla doğan aşk hikayesinin anlatıldığı bu romantik filme tam anlamıyla hayran olmuştum. Film hakkında her şeyi okudum, en ince ayrıntısına kadar… Yirmi yıl sonra, geçenlerde televizyonda karşıma çıktı ve nasıl olup da vaktiyle bu filmi o kadar çok sevdiğime akıl sır erdiremedim.

    Film dediğimiz bir sanat formu değil mi, imajların ortalığı istila ettiği bu çağda, yüz yaşını dolduran sinema miladını tamamlıyor yahut can çekişiyor olabilir mi?

    Bu bir yorum. Eğer bugün Viyana Üniversitesi’nde ders veriyorsam, kendi sosyal çevremde, arkadaşlarım, aynı yaştan ve aynı zevkleri paylaşan diğer insanlarla birlikte paslanmaktan korktuğum içindir. Dünyanın geri kalanı ile ilişkimin sona ermesinden çekiniyorum ve benim açımdan genç insanlarla aynı ortamda olmak, eğer evimde olsam anlayamayacağım değişimleri anlama fırsatını yakalayabilmemi sağlıyor.

    Filmdeki apartman dairesi, tam bir kültür halesiyle çevrilmiş, sanki kendisini saran dış dünyadan kurtarılmış bir vaha gibi resmediliyor…

    Hastalık söz konusu olduğunda durum budur çünkü, hangi sosyal sınıfta yer aldığınızdan bağımsız olarak, dünyanız apartmanınızın dört duvarına sığınır. Bu arada şunu söylemem gerekir ki, bir apartman dairesi daha ziyade bir ayrıcalıktır, zira orada, dört duvar arasında geçen yaşlılık sürgününüzü sürdürmek için gerekli her şeye sahipsinizdir. Arkadaşlarımdan birisi, ki kendisi doktordur, yıllarca hasta annesinin evde bakımını sağlayabilmek için eve gelen 3 hemşireye ödeme yapmak zorunda kaldığını anlattı. Bu, ona ayda beş bin euroya mal oluyormuş. Tüm bunları karşılayabilmek için durumunuzun olması gerekir!

    Bu filmi hastane koridorlarında yahut huzur evinde çekmeyi istemedim. Öncesinde hastanelerde çeşitli araştırmalar yaptım ancak, inanın ki yüreğim buna el vermedi. Nasıl doktorlar ve hemşireler tüm bu acılara dayanabiliyorlar bilmiyorum.

    Sıklıkla kötü bakıcılarla ilgili hikayeler duyuyoruz, hele ki yaşlılığın ileri aşamalarında güçten düşme gibi durumlarda…

    Evet, hatta eski üniversite profesörlerine bile sanki embesilmiş gibi davranıldığı oluyor. Bu o kadar aşağılayıcı bir tutum ki… Bu denli çetin bir evren benim konum değildi. Tekrar ediyorum, belirgin bir nokta ile yüzleşmek istedim : sevdiğin birisini acı çekerken görmek nasıl bir duygudur? Oldukça mütevazi ancak her halükarda yeterli bir çıkış noktası. Biçim ve içerik arasında bir uyum yakalamaya ve filmde klasik (zaman, aksiyon ve mekan anlamında) bir bütünlük kurmaya çalıştım. Bu da konunun hassasiyetine olabildiğince yakınlaşmakla birlikte, samimi ve klasik bir bakış açısının yaratacağı forma ulaşmanın bir yolu idi.

    Filmlerinizin birçoğunda çıkış noktası olarak bir kızgınlığın varlığından bahsettiniz. Bu aynı zamanda bir katarsis anlamına da geliyor mu?

    Öyle sanıyorum ki, bugün artık bir katarsis halinden bahsedemeyiz. Günümüzde artık trajedi diye bir şey yok, hepimiz yanlış bir bilinçle yaşıyoruz ve başımıza gelen her şey, salt üzgün hikayelerden ibaret…

    Peki ya kurtuluş?

    Ben Tanrı değilim. Evet, aşk diye bir şey var, ancak bayağılıktan başka bir şey değil, bunu söyleyen ben değilim, ve doğrusu aşk da bazı durumlarda bize çok yardımcı olamıyor. Bir yaşam öyküsünde tesadüfün o kadar büyük bir yeri var ki, düşünüyorum da hayat yolculuğunda bir ilerleme varsa, bu daha önce hayal bile etmediğimiz kaderin bir armağanı. Ben tesadüfen bir yönetmen oldum örneğin, aslına bakarsanız bir yazar yahut ne bileyim aktör olabilirdim, hatta belki de bir çoban (gülmekten kırılıyor). Bu tarz düşüncelere 14 yaşında sahip oldum, aynen bazılarının o yaşlarda bir lokomotifi kullanmayı hayal etmesi gibi…

    Haneke par Haneke adlı kitapta, Amour’un çekimleri sırasında yaşadığınız gerilimlerden yola çıkarak dijital HD kamera seçimi konusunda eleştirilerinizi dile getiriyorsunuz…

    Arri’nin Alexa adındaki şu yeni dijital kamerası ile filmi çekmeyi istemiyordum. (David Fincher ve birçok ünlü sinemacının da görüntü yönetmenliğini yapan) Darius Khondji bu kamerayı reklamlar için kullanmıştı, teknik konusunda emindi ve ben de tamam dedim. Ve sonuç br felaket oldu. Bütün çekim süresince aklım yerinden çıktı ve sinirden deliye döndüm. Aceleyle yapılan üç çekimin ardından, bu kamerayı bir daha setimde görmek istemediğimi belirttim, çünkü bu şekilde çalışmam artık mümkün değildi. Eğer bu saçmalığı görmeye devam edersem, her şeye güvenim sarsılacaktı, ben daha ziyade aktörler üzerine odaklanmalıydım. Bu filmle birlikte hayatımın en uzun post-production sürecini geçirdim, tam bir yıl. Bu durum Darius ile olan ilişkimi de kötü etkiledi.

    Siyah-beyaz çekilmesi sebebiyle oldukça zorlayıcı olan Beyaz Bant‘ın ardından, yeni bir teknik deneye kalkışmak istemiyordum. Bu yüzden teknik olarak her şeyin yolunda olmasını istedim ama sonuç tam tersi oldu. Arri post-production masraflarının bir kısmını karşıladı, çünkü onlar da bunun kameranın yol açtığı bir sorun olduğunun farkındaydılar. Şimdi, artık bu sorunlar geçti ama yine de bu gibi deneylerde kobay olmak istemezdim.

    Jean-Louis Trintignant’ın sağlık durumundan endişelendiğiniz oldu mu?

    Evet, tabi, ama tuhaf bir şekilde, Trintignant için her şeyi kolaylaştırmak adına bir fizyoterapist ile birlikte çalıştık, derken bir gün çekim sırasında kolunu kırdı. Talihsiz bir durumdu. Ancak o yaştaki aktörlerle çalışmak her zaman için zor olmuştur, bir gün içinde 10 saatlik bir çalışmayı düşünemezsiniz bile. Trintignant ve Emmanuelle Riva ile her şey mükemmel şekilde ilerledi. Hiç bir zaman aramızda en küçük bir tartışma bile geçmedi.

    Filmin çekildiği apartman dairesi Viyana’da anne-babanızın yaşadığı evin bir kopyası gibi. Neden?

    Çünkü mekanı tanımanın getirdiği avantajların her zaman bana yeni olasılıklar açtığını düşünüyorum. Örneğin, mutfak ile oda arasındaki uzaklık, belirli bir noktadan diğerine gitmek için kat edilmesi gereken mesafe, odaların genişliği sebebiyle hareketlerin kısıtlanması gibi detaylar oldukça önemlidir.

    Filmlerinizde hiç bir şeyi şansa bırakmıyorsunuz, mesela Amour’daki kütüphanenin tematik ve alfabetik olarak sıralanmasını istemişsiniz…

    Evet setteki insanlar neredeyse benden nefret etmeye başladı. Daha önce Caché filminmdeki Auteuil karakteri bir kültür sanat gazetecisiydi ve dairesine 4000 kitap getirttik, tabi hepsini dizmesi gerekti. Bu hissedilebilir bir şey. Bir odaya girdiğinizde kütüphanenin doğru dizilmediğini hemen anlayabilirsiniz. Her kitabın bir hikayesi, orada olmasının bir sebebi vardır ve eğer yoksa, o zaman en azından alfabetik sıraya göre dizilmesi gerekir. Eğer makul bir etki yaratmak istiyorsanız, her detaya, her bir aksesuara hatta bunların yanında akustik diğer ögelere, mesela parkenin gıcırtısına bile ayrı ayrı dikkat etmeniz gerekir. Atmosfer ediğimiz şey detaylardan meydana gelir.

    Sette adeta bir tiranlık kurmanız, film ekibi açısından bir sorun oluşturmuyor mu?

    Bana göre sorun değil, nazik olmaya çalışıyorum ama sinirlenebilirim de… Her insanın hata yapma hakkı vardır, ancak eğer birisi aynı hatayı 3 kez yapıyorsa, işte o zaman çekilmez birisine dönüşebiliyorum. Benim için önemli olan tek şey sonuçtur. İstediğiniz aptallığı yapabilirsiniz, ama sonuçta film iyiyse herkes sizinle çalışmak ister. Öte yandan, dünyanın en nazik insanı olabilirsiniz, ama eğer ortaya çıkan film değersiz ise, insanlar sizden ümidini keser ve hatta yaptıklarınızla dalga geçmeye başlarlar. Bu söylediklerimden “iyi bir film yapmak için aptal olmanız gerekir” anlamı çıkarılmasın (gülüyor)…

  22. çekirgenin hocası Diyor ki:

    arayışı insanların hep aynı,
    diğer yarılarını bulma.
    oysa adı baştan konmuş:
    yasak elma!
    eee o zaman alma! ..

    bugün izleyeyim bu filmi,,,

  23. çekirgenin hocası Diyor ki:

    bu gün izleyip film hakkında düşüncemi paylaşasım vardı,, duygu ben dedi…

    dört mum ömrü kadar
    uzağım.
    insanım,
    insana o kadar uzağım…

    kapı ardı beklentisi
    benimki
    ya içimdeki sen
    ya kapıdaki yaş seksen

    kolay değil
    piyano tuşlarından çıktım
    yaşıma

    dönüp bakdım ardıma
    hep eksik
    sol yanım

    anladım,
    ben seni cinsiyetsiz sevdim…

Yorum Yazın